1597, BAB-I RIZA
Refik Hakan Talu
1597 senesi birçok kişiye geçmişte kalan sıradan bir tarih olarak gelebilir ve hiçbir şey ifade etmez.
Ama bazı insanlar özellikle benim gibi düşünenler içinse 1597 adeta kutsal bir tarihtir.
İstanbul’un ikinci mevlevi tekkesi olan Yenikapı Mevlevihanesi 1597’de kurulmuştur ve o tarihten itibaren bambaşka bir neşe İstanbul kültürü içinde yerini alarak günümüze kadar süre gelmiştir. B
ab-ı Rıza nedir diye sorabilirsiniz?
Cevabı çok basit, eski mevlevilerin Yenikapı Mevlevihanesi’ne verdikleri isim, razı olanlar kapısı. Alanda razı verende razı.
Kolay değil, Hz. Mevlâna’nın açtığı kapıdan içeriye girmek, onun yolundan yürümek, bir daha arkaya bakmamak.
Bunun çilesi var, hizmeti var, eğitimi var, kalb çarpıntısı var, gözyaşı var ama en önemlisi edep, ne yaparsanız yapın illâ edep, billâ edep.
Enaniyetin ve edepsizliğin affı yok.
Mevleviler kibar insanlar git demiyorlar, ayakkabınızı kapıya doğru çevirip seyyah veriyorlar, yani güle güle, yolunu açık olsun.
Allah korusun eğer edep dışı davranan bir dervişse seyyah vermenin yanında birde ser-pâ edip başındaki sikkesini alıyorlar, sonra başka bir tekkede kendini affettirebilmek için uğraş.
Konservatuarda okurken Yenikapı Mevlevihanesi’ne çok giderdim.
1980 li yıllardı, askeri darbe sonrasıydı insanlar herşeyden çekiniyordu ama haftada bir Bab-ı Rıza’ya uğramak, hamuşanda Fatiha okumak, Kemali Ahmed Dede’yi ziyaret etmek, Burhan Ağbi ile konuşmak, bazen Merkez Efendi kabristanın yan sokağındaki köftecide beraberce öğle yemeği yemek ve dönüşte Beyazıt’ta sahaflara uğrayıp kitaplara bakmak sanki benim için bir vazife olmuştu.
Aslında Yenikapı’yı tanımam sahaflardan aldığım İhtifalci Ziya Bey’in Yenikapı Mevlevihanesi kitabı sayesindeydi.
Kitabı bitirdiğimin ertesi günü mevlevihaneye gitmeye karar vermiştim.
Çamur içindeki bahçede eski, harab, her tarafı dökülen, kapısı bacası olmayan, pencereleri kırık, yarısı yanmış bir bina ile karşılaşmıştım. Burası İhtifalci Ziya Bey’in öve öve bitiremediği Yenikapı Mevlevihanesi’ydi.
Bab-ı Rıza’nın kuruluş hikâyesini Ziya Bey şöyle anlatıyordu;
Kemalî Ahmed Dede daha mevlevihane kurulmadan önce o
civardaki bir ceviz ağacının kovuğu içinde yedi yıl yaşamıştı. Bu arada birçok kişi ile beraber zamanın devlet adamlarından Yeniçeri Kâtibi Malkoç Mehmed Efendi’de kendisine intisap etmişti.
Gün gelmiş, Mehmet Efendi hac yolculuğundan dönerken Konya’ya uğramış ve Hz. Pir’i ziyareti sonrasında eğer sağ salim İstanbul’a dönerse bir mevlevihane yaptıracağı sözünü vermiş, İstanbul’a döndüğü zamanda sözünü tutup kendi arazisi üzerine tekkeyi inşa ettirmişti.
Kemali Ahmed Dede ilk şeyh olarak atanmış, 8 Şubat 1597 Cumartesi günü devrin sadrazamı, yeniçeri ağası, diğer tarikat şeyhleri ve dervişanın katılımıyla dualar okunarak Yenikapı açılmıştı. Mehmet Efendi sadece binayı yaptırmakla kalmamış adeta nesi var nesi yoksa bağ, bahçe, mal, mülk hepsini mevlevihaneye vakf etmişti.
Dergâhın ilk yapısını bugün bilemiyoruz ancak Evliya Çelebi’de bize bazı ipuçları veriyordu;
“Bu mevlevihane öyle büyüktür ki, yetmiş kadar Mevlevî fukarası odası, semahanesi ve imareti etrafında yeşil sahaları vardır. Büyük ağaçlarla süslenmiştir. Asârî adlı Bihzad’a denk emsalsiz bir ressam bu mevlevîhanenin duvarlarının yüzüne kalın hat ile Ve hüve’l-azizül-l hâkim “O güçlüdür, Hâkim’dir” ayetini yazmıştır ki, sanki mucizedir. Ve yine duvarın yüzüne kükreyen bir aslan resmi çizmiştir ki, sanki Şattularab kıyısında avlanmaya çıkmış
bir aslandır. Her gelen şair, aslana uygun beyitler yazmıştır, diller ile anlatılamaz. Daha binlerce kıta şiirler yazılmış bir Mevlevî dergâhıdır. Mevlevîhanenin bu kasabada yetmiş, seksen kadar dükkânı vardır. Âb-ı hayat suları meşhur ve boldur.”
Kemalî Ahmed Dede aslen Konya’lıydı, uzun yıllar Konya hankâhında Hüsrev Çelebi’nin yanında bulunmuş Çelebi’nin vefatından sonra İstanbul’a göç etmişti.
Hiç evlenmediği için yerine kimin geçeceğini soran dervişlerine “ merak etmeyin bizden sonra yedi Ahmed’ler nöbeti devr alırlar” cevabını verirmiş. Keramet bu ya, kendinden sonra ismi Ahmed olan yedi şeyh mevlevihanenin başına geçmişti. Doğanî Ahmed Dede, Sabûhî Ahmed Dede, Câmî Ahmed Dede, Kaârî Ahmed Dede, Nâcî Ahmed Dede ve Pendârî Ahmed Dede.
Kemali Ahmed Dede’nin Yenikapı’daki şeyhliğinin süresi dört yıldı, daha çok gençken kırk dört yaşında sırlanmıştı. Kabri 1601 den bu yana Yenikapı’nın bahçesinin bir köşesinde duruyordu.
Yenikapı’nın son türbedarı Burhanettin Öcal 1930 yılında doğmuştu ve vefat ettiği 30 Ocak 2009 tarihine kadar hayatının büyük bir bölümünü burada geçirmişti. Aslında onu tanıdığım için belkide ömrünün dörtte üçünü Yenikapı’ya adadı demek daha doğru bir ifade olacaktır.
Lakabı polisti.
Yenikapı’nın neredeyse bir paslı çivisini, eskiden kalma
bardağını, kırık taş parçalarını bile koruduğu, sakladığı, gözü gibi baktığı için dostları ona polis diyorlardı.
Mevlevihaneye gittiğim ilk gün onu kapıda görmüştüm.
Kısa boylu, şişmanca, gözlüklü, saçı olmayan, üzerine bol gelen rengi solmuş eskimiş bir ceket ve pantolon giyen adını sonradan öğreneceğim polis biraz kızarak ne işin var burada demişti.
Hiç demiştim, sadece hiç ve ardından ilave etmiştim Ziya Bey’in kitabını okudum geldim.
Bende var dedi, hemde üç tane.
Biraz sonra mevlevihanenin bahçe kapısından girince sol taraftaki hamuşanın hemen arka köşesinde taştan yapılmış ve içinde dolap, yatak, sandık, iki bavul ile duvara çakılı bir askı bulunan Nafiz Paşa Kütüphanesinin önünde çay içiyorduk.
Uzun yıllar kışın buz gibi yazın çok sıcak olan ve bir oda bir tuvaletten ibaret bu kütüphanede kalmıştı. Daha önceleri yattığı yeride göstermişti, mescidin dibinde dört, beş metre karelik ufacık bir hücreydi.
1951 de Yenikapı yetiştirme yurduna gelmişti, sonra askere gitmiş dönüşünde yurtta müstahdem olarak çalışmaya başlamış ve 25 yıl hizmet ettikten sonra emekli olmuştu.
Polis Bab-ı Rıza’nın dervişiydi, şeyhiydi, semazeniydi, mutrıbıydı, türbedarıydı, aşçıbaşıydı, bahçıvanıydı.
O razı olmuştu, bina yıkılsa da önemli olan ruhtu.
Halinden hiç şikayet ettiğini duymamıştım, az bir emekli maaşı ve dostlarının yardımıyla geçinirdi ama parasının neredeyse tamamını yine Yenikapı’ya harcardı. Kırık kapıları tamir eder, mezar taşlarını düzeltir, çatıya çıkar kiremitlerle uğraşır, su borularına yama yapar veya bazen tekkeye gelen ziyaretçilere hızlı ve acele bir şekilde buranın ne kadar önemli olduğunu anlatırdı.
Sözün sonunuda vakıflara dilekçe yazdım ama ilgilenmiyorlar diye bitirirdi.
Evet, vakıflara devamlı dilekçe yazardı, dilekçeyi üşenmez kendisi götürürdü, gelin şurayı tamir edin, yapın, temizleyin, koruyun diye neredeyse yalvarırdı ama nafile, ne gelen vardı nede giden.
Bana bir gün eğer yolda bir cenaze görürsen arkasında yedi adım yürü demişti, bunu o güne kadar bilmiyordum, ondan öğrenmiştim. Aslında sadece ben değil aynı yaşta olduğum arkadaşlarımda Polis’ten çok şey öğrenmişlerdi.
Sabır ve hizmet en başta gelenlerdendi.
Yenikapı’nın kaderi onunla aynıydı, ikisi de birçok defa yıkılmış, yanmış, bitmiş ama yine ayakta kalmayı başarmışlardı.
Bab-ı Rıza’nın yangınları meşhurdu.
İlk yangın 1906 yılının da Mehmed Celâleddin Dede’nin şeyhliği zamanında çıkmıştı. 14 Kasım Çarşamba ramazan bayramının son günü kütüphanenin altında bulunan ahırlardaki kuru ot ve dalların bir ateş sonucu alev alamasıyla başlayan yangın bütün mevlevihaneyi sarmış, bir saatle her yer kül olmuştu.
Bazı rivayetler özellikle Mısır’da yayınlanan birkaç gazete yangının kasıtlı olarak çıkarıldığını söylese de genel görüş kötü bir kazaydı.
Şeyh Celâl Efendi’nin ifadesi ile “bi kazâillahi Teâlâ zuhura gelen bir harîk”ti.
Yangının bugün için bile önemiydi.
Celâleddin Dede’nin babası Osman Selâhaddin Dede’nin uzun yıllar boyunca topladığı nadir kitaplar ile bazıları tek nüsha olan yazmalar ve daha önceki şeyhlerin eserlerinin büyük bir bölümü kül olup uçmuştu.
Söylenecek söz yoktu, eşyanın kaderi böyleydi.
Mevlevihanenin tamirini Yenikapı’ya şehzadeliğinden beri bağlı olan Sultan Reşat yaptırmıştı. Hazine-i Hassa’dan 1000 kuruş vermişti, mimarı ise Yenikapı’ya intisaplı Evkaf-ı Humayun baş mimarı Kemâledin Bey’di.
Tekrar meydanda neyler üflenip, kudümlere vurulacak, tennureler açılacak, eller havaya kalkacak, çarklar atılacaktı.
Böylede oldu ama kısa bir süre sonra 13 Aralık 1925 tarihine gelindiğinde Tekâyâ ve Zevâyâ kanununun yürürlüğe girmesiyle bütün tekkeler gibi Yenikapı Mevlevîhanesi’de kapandı.
Mevlevihanenin türbe ve semahanesi mühürlenmiş, Allah nidaları kilit altına alınmıştı. Şeyh dairesi ise önce ilkokul sonra kimsesiz çocuklar yurdu olarak kullanılmıştı.
4 Eylül 1961 günü akşam saatlerinde hünkâr mahfilinin altında yeni bir yangın başlamıştı, semahane, şerbethane ve türbe kısımları alevler içindeydi. Hemde dergâh kapalıyken.
Söylentiye göre çocuklar bir kuş vurmuşlar onu pişirmek için ateş yakınca yangın çıkmıştı, farklı bir rivayette çocuklara oyun alanı açmak için kasıtlı olarak yakılmıştı.
O geceyi gazeteciliği sırasında izleyen, Polis’in yakın dostu Nezih Uzel yangın sonrası ertesi gün Burhan ağbiyi şöyle anlatıyordu;
“Burhan, yangın gecesi ortalıklarda yoktu. Kilyos’a gitti dediler. Artık bir tarih enkazı olan yıkık Mevlevîhâne’nin boş arsasına yaklaşırken içimden diyordum ki: “şimdi bu adam gelip bu hâli görünce herhalde intihar eder”...
Yangın yerine oldukça yaklaşmıştık. Henüz dumanları tüten enkaza vardığımda bir de ne göreyim, Burhan iş elbiselerini giymiş, eline bir kürek almış, moloz kaldırıyor. Yarısı yanmış, yarısı yanmamış sandukaların arasında Dede’lerin mezarlarını
arıyor, yanına yaklaşıp yüzüne hayretle baktım, beni görünce gülümsedi. Gözlerinde üzüntü işareti aradım, bulamadım. Bakışlarında en ufak bir sıkıntıya rastlamadım, şaşkına dönmüştüm:
– Burhan dedim, gördün mü bak ne oldu...
– Olsun dedi... Ne var hizmete devam...
Konuşmadı benimle, küreği sallamayı sürdürdü, bu ne biçim adamdı yarabbi. Demek ki bu olağanüstü varlık, yıllarca o Tekkenin maddesi değil, manası ile yoğrulmuş, işe devam ediyor. Hizmeti aksatmıyor. Eskiden Tekkeye bakarken, şimdi Tekke’nin küllerine bakıyor. Kazma kürek yangın yeri temizliyor.
Artık Mevlevilerin dostu, madden ve manen koruyucusu Sultan Reşat yoktu, onun cebinden para vererek yaptırdığı gibi bir tamirat olmayacaktı. Ayakta kalan son birkaç yer ufak inşaat işleriyle üstün körü elden geçirildi. Mevlevihane bundan böyle vakıflar teberrukat deposu olarak kullanılacaktı.
Son yangın ise 6 Mayıs 1997 de yine bir akşam vaktiydi. Söylentiler önce vakıf mallarının çalındığı ardından yangının çıkartıldığı şeklindeydi. Bina bu sefer tamamen alevlere teslim oldu, 1597 de başlıyan hikâye bitmiş, Mevleviler bu da geçer ya Hu deyip susmuşlardı.
Daha önce bahsettiğim gibi Burhan Ağbi’de 30 Ocak 2009 da vefat etmişti. Ertesi gün soğuk bir havada sevenleri, dostları mevlevihanede küçük bir tören yaptılar, İsmi Celâl okudular.
Tabutu eller üzerinde Merkez Efendi’ye götürüldü, musalla taşının üzerine konuldu, namazı kılındı ve yine eller üzerinde Bab-ı Rıza’nın yanındaki Dedeler kabristanına getirilip defn edildi.
Burhan Ağbi hayatı boyunca tanımadan ama aşkla hizmet ettiği Kemali Ahmed Dede’nin, Nasır ve Künhi Dede’lerin, Osman Selâhaddin Dede’nin yanına gitti.
Kim bilir belki de onları başka bir alemden tanıyor ve neşe orada devam ediyordu.