AH GÜZEL İSTANBUL
Okan Yunusoğlu
Ayşe Şasa Hanımefendi’nin aziz ve şerîf hatırasına
“Aaah güzel Istanbul! Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin! Ey canım Boğaziçi! Bir zaman dedelerimiz de içlenmiş bu güzelliğinin karşısında. Nasıldı o Bimen Şen’in eski bestesi? Aaah ah...Atalarımız da geçmiş bu sulardan mağrur ve akılcı. Nerede Orta Asya, nerede Viyana kapıları. Ah yorgun Haşmet, ah miskin Haşmet!”
Böyle bitiyordu, Haşmet İbriktaroğlu’nun kendini ve hayatını anlattığı uzun giriş tiradı. Tiradın Boğaziçi’ne övgüler düzen kısmında Sultaniyegah makamında bir yaylı tanbur taksimi işitilir ve sahiden de söylendiği gibi Bimen Şen’e ait bir şarkı ile başlar:
Al sazını sen sevdiceğim şen hevesinle
Çal söyle benim şarkımı sevdalı sesinle
Ben dinleyeyim ağlayayım gizlice böyle
Çal söyle benim şarkımı sevdalı sesinle
Anlattığım bu sahne, Safa Önal ve Ayşe Şasa’nın senaryosunu yazdığı, Atıf Yılmaz’ın yönettiği, başrollerinde Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın oynadığı 1967 yapımı “Ahh Güzel İstanbul” filmine ait. Bu filmi, sadece müzikleri ve eşsiz İstanbul görüntüleri için dahi önerebilirdik. Ancak bu, filme bir saygısızlık olurdu. Film, yaklaşık elli yıl önce çekilmiş olmasına rağmen bugünkü ahvalimizin sebep ve sonuçlarını temsilen göstermiş,- hatta bir
adım daha ileri götürelim- yamalı Türk modernizmini sert biçimde eleştirmeyi başarmış, yekta bir çalışma.
Filmin baş karakteri, Sadri Alışık’ın canlandırdığı Haşmet İbriktaroğlu, bu soyadını sarayda İbrikçibaşı olan büyük dedesine borçlu. Soylu ailesinin Beylerbeyi’ndeki yalısında doğan Haşmet İbriktaroğlu, daha bir yaşındayken onu genç bir zabit ile kaçarak terkeden annesi ve içki masasında iki han bir köşk bırakan babasından kalan son var’iyeti de simsarlara kaptırdıktan sonra, kendi deyişiyle fakirhane olan yalıdan ayrılarak devlethaneye, yani yalının yanıbaşındaki küçük müştemilata veya yine kendi ifadesiyle “kulübe-i ahzan”a terfi etmiş bir mirasyedi. Bütün hayatı boyunca çalışmadan yaşamanın yolunu araştırmaktan yorulan İbriktaroğlu, Pera Palas’ta jet sosyete balolarında, şimdilerde “Medeniyet Pansiyon”unda randevuya çıkan Zambak Düriye’nin ayaklarına kolyeler takmak için uğraşırken, bugün günde iki paket Sipahi sigarasını ve akşamlığını çıkarmak için bütün bir mirastan artakalan bir kaç parça eşyadan biri olan fotoğraf makinesi ile Sultanahmet meydanında “İstanbul Hatırası” veya vesikalık resimler çekiyordu.
Filmin kadın baş karakteri, Ayla Algan’ın canlandırdığı Ayşe Goncagül, İzmir’de gecekondu hayatından kaçıp İstanbul’a gelerek film ve sahne yıldızı olma heveslisi bir genç kız. Gençliğinin hevesi ve saflığı ile sözde film prodüktörü olan Oğuz Baranlı tarafından az evvel sözü geçen “Medeniyet Pansiyon”una yerleştirilen bu kızın yegane amacı meşhur olmak. Filmin esas
hikayesi de aralarında bariz bir yaş farkı olan bu iki karakterden Haşmet’in Ayşe Kız’a olan aşkı üzerine kurgulanıyor.
Girişte de ifade ettiğimiz üzere filmin önemi, sadece görüntü ve seslerden veya akarını da veren aşk hikayesinden değil, bütün bu kurgu içine oturtulmuş karakter ve sosyal tahlillerden kaynaklanıyor. Haşmet, Mekteb-i Sultani mezunu bir soylu iken modern yaşamın ışıklı hayatının peşine takılarak bütün statüsünü yitirmiş, şehre hakim iken mahallesine mahkum olmuş mütekait bir asilzade. Son dönem Osmanlı soylularının içine düştüğü en temel kültürel bunalım olan doğu-batı ayrımı Haşmet’in hayatındaki detaylarda kendini gösteriyor. Türk musikisini çok seven Haşmet İbriktaroğlu’na miras kalan tek müzik aleti babaannesinin piyanosu. Üzerinde film boyunca kopya bir Herkül büstü duran piyanoda çalınıp söylenen eserler, Dede Efendi’nin Hüzzam şarkısı, “Ey Büt-i Nev Eda”sı ile Hacı Sadullah Ağa’nın Hicaz Yürük Semaii, “Nideyim sahn-ı çemen seyrini cananım yok” idi.
Haşmet İbriktaroğlu, biraz da Ziya Osman Saba gibidir. Nabi’nin “Bağ-ı dehrin hem neşatın hem hazanın görmüşüz” mısra-i bercestesinin vücuda gelmiş halidir. Yalıdan kulübeye düşen İstanbul beyefendisinin sefaleti göz önüne serilir. Bu sefalet içinde olma haline rağmen toplumun diğer katmanlarına, bilhassa yeni zengin kesimine dair eleştirel bir bakış sürekli olarak vardır. Türkiye’nin aslında Tanzimat’tan itibaren yaşadığı Doğu-Batı çelişkisi film boyunca ortaya konur.
Peki, “Ah Güzel İstanbul”’u bir film olarak özel kılan ve bu filmi müzikli bir film olarak yazılacak hale getiren nedir? Türk müziği sinemada ilk defa bu filmde kullanılmış değildir. Geçmişte Sadeddin Kaynak tarafından müzikleri yapılmış filmler, Münir Bey’in rol aldığı, veya Zeki Müren’in rol aldığı “Beklenen Şarkı” gibi filmler ilgiyle izlenmişti. “Ah Güzel İstanbul” ise hikayesi ve senaryosu ile önceki filmlerden biraz farklıdır.
“Ah Güzel İstanbul” konusu itibariyle, Türk müziğini Türkiye’deki bu kültürel çatışmanın merkezine koymuş ilk filmdir. Edebiyatla ve tarihle desteklenen bu çatışma hikayesinde, her iki kesime de bir eleştiri vardır. Film, bu yönüyle izlendiği zaman, bir Ahmet Hamdi Tanpınar romanının sinemaya uyarlanmış hali gibidir. Bunun dışında, bilhassa bugün bu mevzulara kafa yoran zevatın, son 15-20 yıla has zannettiği yozlaşma ve kültürel erozyonun aslında çok daha erken zamanlardan beri ülkemizin kısıtlı entellektüel gündeminin bir parçası olduğunu anlamasına yardım edecektir.
Sözün kısası, “Ah Güzel İstanbul” hem eski İstanbul görüntüleri, hem bugün pek çoğu Hakk’ın rahmetine kavuşmuş oyuncuları, hem müziği ,hem de bunların temelinde yatan soruları sorduran bir şaheser. Ve Türk müziği üzerinden Türk kültürünü okumaya çalışan herkes için izlenilmesi gereken bir sinema filmi. Film VCD olarak bulunuyor ancak Youtube.com üzerinden de izlenebilir. İyi seyirler!