BASINDA ALÂEDDİN YAVAŞÇA
ve DEĞİŞEN TÜRKİYE
İncilâ Bertuğ
Bu yazı için hepsi haftalık olan 1952- 58 Radyo Dergisi, Radyo Haftası, 1958-60 Ses ve Hayat Mecmuaları ve 1969-72/ 1982- 84 Musiki ve Nota Dergisi ile 2000li yıllarda bazı gazetelere ve e-basın’a ulaşılabildi.
Dergi ve gazete sayfalarında kalmış olan bu belgeler bir yandan dönemin Türk Müziği sanatkârına bakış açısını, haber ve röportaj anlayışını gösterirken diğer yandan sosyal ve kültürel değişimler de kendiliğinden ortaya çıktı. Elbette bazı şeylerin de hiç değişmediği.
Hayat ve Ses Mecmuaları hem baskı hem de imlâ ve yazım konusunda dikkati çeken bir kalite sergilerken Radyo Haftası ve Radyonun Sesi Dergileri sözü edilen konularda bugün aynı popülaritedeki bir dergide rastlanmayacak kadar özensiz. Bu konudaki iyileşmeyi göstermesi açısından imlâ, mürettip ve basım hataları olduğu gibi bırakıldı.
50li yılların en saygın ve satışı yüksek Mecmuaları Hayat ve Ses her hafta, Orhan Tahsin, Baki Süha Ediboğlu, Hilmi Rit tarafından yapılmış olan röportaj veya yazılarla çeşitli başlıklar altında mutlaka bir Türk Musikisi mensubundan söz ediyor. Bugün böyle bir yayın organı yok.
Bugün başta TV’nin Radyonun yerini alması ve daha pek çok
nedenle Radyo’ya(radyolara) özel bir önem veren yayın organı bulmak mümkün değil.
Radyonun etkili olduğu 1950li yıllarda ise Radyo haftası ve Radyonun Sesi dergileri tümüyle Radyo sanatçılarından söz ediyor ve Alâeddin Yavaşça hakkında neredeyse iki haftada bir en azından bir haber veriliyor.
KONSER VERECEK
Alâattin Yavaşça, İzmirlilerin umumi arzuları üzerine Temmuz ayının ilk onbeş günü içerisinde, İzmir açık hava tiyatrosunda bir konser verecektir
Radyonun Sesi Sayı 62 1954
İzmirlilerin sevgi tezahürü
Bir konser vermek üzere İzmir radyosunun davetlisi olarak İzmir’e giden genç ve değerli okuyucumuz Alaattin Yavaşça Pazar günü radyoda bir konser vermiştir. Alaattin konseri müteakip radyodan çıkarken muazzam bir kalabalık kendisini karşılamış ve kendisine sevgi tezahürlerinde bulunmuşlardır. Genç okuyucumuz hazır bulunanlara kısa bir hitabette bulunmuş şahsına gösterilen sevgiden dolayı teşekkürlerini bildirmiştir.
Radyonun Sesi sayı 62 1954
İzmir’ e 20 yıl ara ile konser vermeye gittiğini de yine bir dergi haberinden öğreniyoruz
Yavaşça’yı Dinlerken
Bir başka sanat olayı da Alâeddin Yavaşça’nın 19 Kasım(1983) Cumartesi akşamı İzmir Atatürk Kültür Merkezindeki konseri.Aslında İzmir Musiki Derneğinin 41. konserine ek bir solo konserdi bu müzik ziyafeti... Üçüncü bölümde Alâeddin Yavaşça mikrofona çıkınca unutuldu bu güzel insanlar, unutulma durumunda kaldılar. Sebebi açık. Dev bir solist, bir besteci gelip almıştı yerlerini Alâeddin Yavaşça yirmi yıl sonra ilk kez İzmir’de sahneye çıkıyordu. Egelilerin kendisine gösterdiği ilgi anlatılamayacak derecedeydi.Pek çok kişi bilet bulamadığı için hayıflanıyordu...
“İzmir Çukurundan” Ahmet Necdet, Musiki ve Nota Ocak 1984- Sayı 13
ALÂATTİN YAVAŞÇA ANKARA RADYOSUNA GİRİYOR
Hafta içerisinde Ankaraya giden genç ses artistlerimizden A.Yavaşça’nın Ankara radyosuna girdiği söylenmektedir. Alaattin anlaşmaya vardığı takdirde ihtisasını da Ankarada yapacaktır.
Bu arada genç okuyucumuzun Ankarada bulunan bir Fransız artistine âşık olduğu ve bu yüzden Ankara radyosunu tercih ettiği söylenmektedir.
Yukarıdaki resimde iki güzide okuyucumuz Muallâ Mukadder Atakan ve Alâattin Yavaşçanın Ankarada çekilmiş samimi bir pozlarını görüyorsunuz.
9 Ocak 1954 Radyonun Sesi
Mualla Mukadder ile İstanbul Radyosu’ndan Ankara Radyosu’na geçtikten sonra telefonla yapılan bir röportaj.
-Safiyenin konserini kaçıracağım için müteessirim
-Neden
-Çünkü en beğendiğim en takdir ettiğim Safiye Ayla ve Münir Nurettindir
-Ya Alaattin yavaşça
Mualla mukadder her İstanbul’a geldiğinde bu genç bestekardan ders alır. Bu sual onun için aklıma gelmiş olmalıydı.
-Alâattin Yavaşça mı evet yeniler içinde en fazla beğendiğim odur
9 Ocak 1954 Radyonun Sesi (Röportajı yapan kişinin adı yok)
ALÂEDDİN YAVAŞÇA’NIN ANKARADAKİ KONSERİ
Birkaç gün evvel Ankaraya gitmiş olan genç okuyucumuz Alâeddin Yavaşça Muallâ Mukadder Atakan’ın konser verdiği bir yerde bulunması dinleyicilerin tezahüratına vesile olmuş ve halkın arzusu ile sahneye davet edilmiştir.
Alâettin Yavaşça halkın bu arzusunu refüze edememiş ve sahneye çıkarak Muallâ Mukadder Atakan’la birlikte “Ümitsiz bir aşka düştüm” şarkısını beraber okumuşlardır
Konserde Reisicumhur Celâl Bayar, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve Bakanlar hazır bulunmuşlardır
23 Ocak 1954 Radyonun Sesi
Asparagas(uydurma haber) o zaman da var. Bu durum ortalama
okuyucunun böyle haberleri sevdiğine, okumak istediğine işaret ediyor. İşte örnekleri:
Alâeddin Yavaşça, bundan bir müddet evvel genç bir bayanla nişanlanmış, fakat anlaşamadıkları için ayrılmak mecburiyetinde kalmıştır. Alâaddin bu bayandan ayrılmışsa da hallerinden ve hareketlerinden onu sevdiği anlaşılmaktadır. Bazen fazlasıyla neşeleniyor, bazan da sessiz sadasız düşünceleriyle baş başa kalıyor. İşte a.y aşağıdaki bestesini bu şartlar altında meydana getirmiş bulunuyor.
Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime
Gönlüm kırık, bağrım yanık, hasretim ben yârime
Ümitsiz aşka düşmek hakikaten çok üzücü oluyor. bilhassa a için daha müthiş...
Fakat şimdi bu genç okuyucu ümitsiz aşkın pençesinden kendini kurtarmaya çalışıyor
1953 Radyonun Sesi
ALÂEDDİN YAVAŞÇA geçenlerde bir hayranı tarafından gayet enteresan bir mektup almıştır. Zarfın üzeri Şişli damgası taşımaktadır.
Bu mektupta genç kız Yavaşçaya olan hayranlığını belirttikten sonra; “Sadece sesinizi değil diyor, sizin her halinize hayranım. Açık konuşmasını seven bir kimseyim… Bu bakımdan dolambaçlı yollara sapmadan doğrudan doğruya sadede gireceğim.
Babam geçen sene vefat etti ve annemle bana muazzam bir servet
bıraktı. Bunu tahkiki ederek öğrenebilirsiniz… Size direktman soruyorum; “Benimle evlenir misiniz?... Yooo korkmayın, acûbe denecek kadar çirkin değilim. Nasıl olsa beni göreceksiniz. O zaman hüküm verirsiniz. Neden erkekler izdivaç teklif ettikleri halde kızlar etmesin?
Bu teklifimi olgun bir kimse olduğunuz için mâkul karşılıyacağını tahmin ediyorum. Size bir teklifim var. Bu Perşembe günü saat 21.20 de yani sizin emisyonunuz bitiği zaman ben tek başıma Cadillac bir arabada olacağım. Eğer teklifimi mâkul karşılarsanız hiç tereddüt etmeden yanıma gelin.. Sizi bekliyeceğim”
Hâdisenin son safahatını bilmiyoruz. Acaba Alâeddin Yavaşça Cadillac arabaya bindi mi dersiniz?
25 Eylül 1954 Radyo Haftası
Verilmiş sadakası varmış
Geçen gün İstanbulu kasıp kavuran lodos fırtınası az kalsın bir kazaya sebebiyet veriyordu. Haseki Hastahanesinde stajını yapmakta olan Alâeddin Yavaşça, hastaneden çıkıp otobüse binmek üzere durağa ilerlerken şiddetli esen rüzgar civarda bulunan evlerden birinin çatısındaki kiremiti uçurmuş ve Alâeddin Yavaşça’nın bir metre ilerisine düşmüştür.
Değerli okuyucumuz kazayı ucuz atlattığı için fıkaraya sadaka vermiştir.
13 Şubat 1954 Radyonun Sesi
50li yıllar bir Türk Müziği eserinin bestelenmesinin dahi haber olduğu dönemler. Haberde sözü edilen eser, Süleyman Erguner’in
taksimleri ile bir saz eserinin motiflerini de kullanarak güftesini de kendisinin yazdığı Hüseyni Şarkıdır.”Gülen gözlerinin manası derin”
Haftanın haberleri
Güzel bir hatıra
Genç okuyucumuz Alaadin yavaşça yeni bir beste yapmakla meşguldür. Alaaddin yapmakta olduğu bu şarkıyı hayranı olduğu ve çok sevdiği Süleyman Erguner’e ithaf edecektir
27 Şubat 1954 Radyonun Sesi
Alâeddin Yavaşça’nın her zaman sosyal sorumluluğunun bilincinde olduğunu gösteren bir örnek. Hastalık olarak neredeyse adının bile bilinmediği bir dönemde Kanser Derneği yararına verdiği konserin haberi
ŞAHANE KONSER
Sahnede ilk defa şarkı söyliyen genç okuyucumuz Alâeddin Yavaşça Kanser Derneği menfaatine geçen Salı günü Ankarada Büyük Sinemada konser vermiştir. Konserde devlet ricali ve Ankaranın ileri gelen aileleri hazır bulunmuşlar ve zevkle dinlemişlerdir.
Dr. Alâeddin Yavaşça konseri müteakip şehrimize dönmüştür.
17 Nisan 54 Radyonun Sesi
Aşağıdaki iki örnekte bugün olduğu gibi o gün de okuyucunun ilgisini çekecek her türlü malzemenin kullanıldığı görülüyor. Birincisinde o hafta dergiyi Türk Müziği sanatkârlarının çıkardığı
yazılı ve her birine ayrı görev düşmüş(!) Mefharet Yıldırım, Radife
Erten, Perihan Sözeri, Mürşide Şener, Mine Coşkun, Sabite tur, Hamiyet Yüceses ve Alâeddin Yavaşça derginin basım işinin çeşitli aşamalarını üstlenmişler(!)
Diğer taraftan o gün bir dergiyi çıkarmanın güçlüklerini anlatması açısından da önemli bir haber.
Bir mecmua nasıl çıkar?
Radyonun sesini size artistlerimiz hazırladı
İşte, mücellit işini de radyolarınızın başında olgun sesini dinlediğiniz Alaaddin Yavaşça yapmıştır. Alâaddin, sanki bir hastasını muayene ediyormuş gibi mecmuaları itina ile diziyor ve elektrik düğmesine basarak tıraş ediyordu. Genç okuyucumuz mecmuamızın muazzam tirajı karşısında yorgunluktan bitab bir hale gelmişti. Bir ara yanındakilere
- Kardeşim diyordu, bunun sonu ne zaman gelecek.. makine otuz bini gösteriyor, arkası hala kesilmedi. Bana kastiniz nedir?diyerek hem gülüyor, hem de işine devam ediyor.. Birkaç saat sonra Alâaddin Yavaşçanın da vazifesi sona ermişti. Kendini bir sandalyenin üzerine bir külçe gibi bıraktı ve
-Aman yarabbi şükür’...
2 Mayıs 1953 Radyonun Sesi
EN ÇOK KULLANDIKLARI KELİMELER NELERDİR?
Okuyucularımızla bugüne kadar yapmış olduğum konuşmalarda bu husus benim de dikkat nazarımı çekmemişti. Fakat geçen gün Alâeddin Yavaşça ile yapmış olduğum bir sohbet beni böyle bir yazı yazmaya sevk etti. Belki, dedim sayın okuyucularım da merak eder, okurlar Alâeddin Yavaşça ile konuşurken dikkat ettim. Mütemadiyen “aldırma” kelimesini kullanıyor. -Alâeddin bey şu şöyle olmuş diyorum “aldırma” deyip geçiyor. Anlaşılan genç doktorumuz kendisi hakkında ne söylense ne yazılsa aldırmayıp geçiyor.. Öyle ya.. kim ne söylerse söylesin.. Hakkın var doktor
Fotoğraf altında da şöyle bir not var
Bu yazıyı yazmama vesile olan Alâeddin Yavaşça’nın sık sık kullandığı “aldırma” kelimesi altında birçok şey saklı ama bir türlü ifşa etmiyor
Yazan Edip Akın 27 Mart 54 Radyonun Sesi
Halkın görmeyi, okumayı talep ettiği, dolayısıyla satışı arttıracak olan sanatkârı değişik bahaneler yaratarak ve dikkat çekici başlıklar atarak yazıya dökme ihtiyacı aynı bugünkü gibi. İki büyük Yavaşça fotoğrafı ile süslenen sayfalarda uzunca bir paragrafla Hz. Muhammed’den, hırka-i şeriften, manevi dünyadan bahsettikten sonra küçük bir paragrafla Yavaşça’ya geçiliyor. Yazarın “aklaşan saçları” diye söz ettiği sırada Yavaşça’nın yaşı henüz 27(!)
Bestekâr A. Yavaşçanın o büyük aşkı
Bugün bir doktor, bir bestekâr evet aklaşan saçlarının meyvesini madde olarak toplamaya hazırlanan bir sanat bahçıvanı. Fakat hâlâ o çocukluktaki bir avuç tarlanın yegâne çiçeğini terennüm ediyor.
Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime...
Alâeddin Yavaşça’yı o çocukluk sevgilisiyle Boğaz vapurlarında sık sık görürdüm. Ekseriya Anatomi kitabını bir tarafa bırakır ona yalnız aşk kitabından şiirler okurdu. Neler söylediğini pek duymazdım ama tahmin ederdim. Ona istikbalden, ona gelecek olan mesut günlerin saadet dolu aşk dolu dakikalarından bahsederdi herhalde. Nihayet bir gün yaşadığı aşk dünyasının
kepenklerini kaldırıp ilham kaynağını ve ıstırabını 20 milyona mikrofonla tanıştırmaktan çekinmedi. Onu bu haliyle kollarını kartal haşmetiyle açıp “Leylâ! Leylâ! diye haykıran Kays’a benzettim.
Vecdi Benderli Radyonun Sesi 15 Ağustos 1953
Yavaşça’nın halk tarafından ne kadar sevilip benimsendiğini dolayısı ile halkın musiki zevkini de göstermesi bakımından edebi hiçbir değeri olmadığı halde aşağıdaki şiirlere de göz atmak lâzım.
DUYGU GİBİ
Alâeddin Yavaşça’ya
Kulağıma fısılda, bir şey söyle yavaşça
Sesini dinleyeyim içli bir musiki gibi
Beni teselli edin ne olur arkadaşça
Yaralı yüreğime şifa olsun su gibi
İlahi nağmelerin kalbe ilham veriyor
Gönüllerden fışkıran ince bir duygu gibi
Sesinizi duyanlar ta içten ürperiyor
Bir daha duymak için özlenen bir uyku gibi
Fatma Türkeköle 25 Eylül 54 Radyo Haftası
Alâeddin Yavaşça’ya
Dinliyorum kalbinden gelen sihirli sesi
Yaraya merhem olan ılık tatlı nefesi
Ey gönüller fatihi lokman hekimin eşi
Ey Türk musikisinin rakipsiz tek güneşi
Gönül saraylarında bir heykelini diktik
Göklere yükselecek adın Yavaşça dimdik
Bir kraldan farkın yok işte başında taç
Söyle yavaşça söyle gönül sesine muhtaç
M. Büyük Güngör 2 Nisan 54 Radyonun Sesi
Bir de karikatür. Bir okuyucu tarafından çizilmiş.
9 Ekim 1954 Radyo Haftası
Aşağıdaki örnekler de 1950li yılların dergilerinin bir Türk Müziği bestekârının sağlık sorunlarına dahi sayfalarca yer vermesini ve Alâeddin Yavaşça’nın insan ilişkilerini, kendinden önceki nesle, ustalarına, meşk hocalarına saygı ve vefa konusundaki hassasiyetini göstermesi bakımından önemli.
ZEKİ ARİF BEY’LE(ATAERGİN) SAMİMİ BİR KONUŞMA
Yatağında hafifçe doğrularak cevap verdi.
-Çok şükür şimdi iyiyim.. hastalığım esnasında gösterdiği ihtimam ve kadirşinaslığı ile medyunu olduğum âli ruhlu insan Fahri Celâl Bey’e borçluyum…. Bu sırada Alâeddin’in de uğraşmasını unutmam. Evlâdım çok didindi dedi.
Bunları anlatırken gözleri yaşarıyordu.
İnsanlığı hakkı ile hazmetmiş bu iki insan beni cidden mütehassis ettiler.
Şükran Konukçu 20 Mart 1954 Radyonun Sesi
SAADETTİN KAYNAK TEKRAR ESKİ NEŞESİNE KAVUŞTU
Başlığı ile verilen haberin fotoğraf altı şöyle:
Alâeddin Yavaşça çok sevdiği bestekâr Sadettin Kaynak’ın sıhhi durumu ile yakinen meşgul olmuş, onu bugünkü hale getirmede faydası dokunmuştur. Sadettin Kaynak Alâeddin Yavaşça’nın bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağını söylüyor
3 Nisan 1954 Radyonun Sesi
Sıradan görünen bir röportajdan da Yavaşça’nın Radyodaki ilk solosunun tarihini ve hikâyesini ve ilk olarak hangi eseri okuduğunu, dolayısı ile o günkü okuyucunun(orta sınıfın) bununla ilgilendiğini, bunu merak ettiğini öğreniyoruz
Orta yaşlı gözlüklü adam yeleğinin cebinden saatini çıkardı. Önce cep saatine sonra duvardaki saate baktı: “on dakika daha var” diye söylendi. Romen rakamlı büyük duvar saati 20.50yi gösteriyordu. Başörtülü kadınlar, genç kızlar, erkekler radyonun başında toplanmışlardı...
Radyonun sinyal düdüğü altı kere çaldı, duvardaki saatin saniye göstergesi 360 derecelik açı yaparak 12nin üzerine geldi. Radyodaki konuşma devam ediyordu. Orta yaşlı gözlüklü adam oturduğu koltuktan kalktı. Masanın üzerinde duran zarfı aldı: “Bu çocuğun yazdıklarını yanlış anlamayalım. Saat 21.00 oldu. Günlerden de Kasım’ın 20si” diye mırıldandı. Zarfın içindeki mektubu çıkardı, yüksek sesle okumaya başladı:
“Kıymetli anne ve babacığım, Evvelâ mahsus selâm eder, ellerinizden öperim. Tıp çalışmalarının yanı sıra, müziği de ihmal etmiyorum. Size bir müjdem var. 20 Kasım 1950 akşamı saat 21de İstanbul radyosunda bir konser vereceğim. Önce Üniversite Korosunda, sonra da solo olarak dört şarkı okuyacağım. Çocukluk hatıralarımla dolu olan Kilis’te Tekke Camiinin yanındaki evimizde şarkılarımı dinleyeceğinizi umarım babacığım , ilk keman dersini de bu evde almıştım..”
Bir gong sesi, duyuldu. Spiker: “Burası İstanbul Radyosu” dedi.”Şimdi Dr. Nevzad Atlığ idaresinde Üniversite Korosunun konserini dinleyeceksiniz. Konserin ikinci yarısında Alâeddin Yavaşça solo şarkılar okuyacak” Orta yaşlı adam mektubu masanın üzerine bıraktı. Gözlerini içi gülüyordu. Sonra odayı dolduran misafirlere döndü. “Aferin Alâeddin’e” dedi “Bana lâyık bir evlâd olacak”. Saat 21.15 te spiker yine anonsa başladı: “Alâeddin Yavaşça’dan ilk olarak Musa Süreyya’nın bir Kürdîlihicazkâr şarkısını dinleyeceksiniz:
“Gün doğmayacak belli bu aşkın gecesinde...
Alâeddin Yavaşça Yeni Tarlabaşı Caddesi Eser Apartmanındaki
muayenehanesinde ilk mikrofon hikâyesini anlattıktan sonra dedi ki
Orhan Tahsin Hayat Mecmuası 26 Kasım 1958 sayı 112
Aynı röportajdaki kafesi elinde tuttuğu fotoğraf altı şöyle: Dr. Alâeddin Yavaşça’nın en büyük merakı kuş beslemektir. Muhabbet kuşlarının aşklarını, bülbüllerin çilemelerini, makara çekmelerini, kanaryaların çeşitlerini bir kitap yazacak kadar birli. Bülbül sesi dinlemek için işini gücünü bırakıp Bolu Ormanlarına
gittiği de olmuştur.
26 Kasım 1958 tarihli sayı 112 deki bu röportaja Alâeddin Yavaşça’nın itirazları olmuş; Ses sanatkârı Alâeddin Yavaşçadan 112. sayımızda çıkan röportajı ile ilgili bir telefon aldık. Yavaşça, telefonunda Kilis’te radyo dinleyen aile dostları arasında başörtülü kadın olmadığını; babasına yolladığı mektupta selamı başa değil sona yazdığını; yeşil gözlü, siyah saçlı kızla ilgisi bulunmadığını, eserlerini herhangi bir şahsa izafe etmediğini belirtmektedir. İsteği üzerine düzeltiriz
Büyük ihtimalle röportajı yapan kişi sözü edilen mektubu görmemiş. Alâeddin Bey ilk solosunun haberini vermek için mektup yazdığını söyleyince hikâyeleştirmiş ve tabii Yavaşça ailesini tanımadığı için bazı yanlışlar yapmış. Alâeddin Bey üç şeye itiraz etmiş. Birincisi “Başörtülü hanımlar”.Belli ki o gün başörtüsü bir sosyoekonomik gösterge olarak algılanıyor. Bugün artık böyle değil. İkinci itirazı mektubun başındaki selâma. Bir zamanlar az eğitimli insanların (özellikle askerlerin)mektupları mizahi dille anlatılır ve önce selam yazdıkları vurgulanırdı. Yavaşça ailesinin eğitim düzeyi göz önüne alındığında çok haklı bir itiraz. Üçüncüsü ise bugün de devam eden bir medya klasiği. Şöhretli sanatçının yaptığı her şeyi bir gönül macerasıyla ilişkilendirmek. O yıllarda yapılan haberlere bakılırsa Alâeddin Bey’in, özellikle sözü edilen şarkıdan çok çektiği anlaşılıyor.
Alâeddin Yavaşça’nın sayısı oldukça yüksek kültür hizmetlerine bir örnek haber:
Türk Musikisi Milli Eğitim Bakanlığınca ele alınmış ve kurulan
bir komisyon tarafından eserler yayınlanmaya başlamıştır.
Dr. Nevzad Atlığ başkanlığındaki Türk Musikisi heyetinde Cüneyd Orhon. Alâeddin Yavaşça, Cüneyd Kosal ve Faruk Timurtaş bulunmaktadır
Türk Musikisi eserlerini sıra ile 25’er adet eseri içine alan fasiküller halinde yayınlayacak olan heyet, ayrıca musikimizle ilgili diğer yayınları da ele alacaktır.
Haberler Musiki ve Nota Yıl 1 sayı 4 Şubat 1970
70li yıllardan itibaren toplumun zevk ve beğenilerinin çok değiştiğine dair bir örnek de aşağıda:
Tanınanlar ve Tanınmayanlar
Koskocaman bir ilân “Temiz aşka muhtacım” Büyük bir sanat olayı. Yüz bine yaklaşan plâk “Seni resmen seviyorum” ve ben yedek parça mıyım?” Bunlar da Altın Plâk almak için yarışan eserler… Geçenlerde ufak bir gezi yaptım ve plâkçılara da uğradım. En az 100 kişi ile görüştümse 90’ı daha Cevdet Çağla’yı bile tanımıyor. Bir Alâeddin Yavaşça, bir Rahmi Sönmezocak meçhul çoğu için. Yıllarını bu işi bozmamak için verenlerin adları, sanları yok
Avni Anıl Musiki ve Nota Yıl 3 sayı 35 Eylül 1972
İnternette ilk olarak “Ekşi Sözlük’le başlayan, genellikle genç neslin herhangi bir konuda duygu ve düşüncelerini ifade ettiği Web sitelerinde Alâeddin Yavaşça’yı okumak bir bakıma günü takip etmek açısından önemli. Onlar Yavaşça’yı tanımlarken biz
de yaptıklarının genç nesle nasıl yansıdığına dair ipuçları elde ediyoruz.
Ekşi sözlük
- Yirminci yüzyılın en büyük ses sanatkârıdır. 29.7. 2004
- Nur yüzlü bir adam. 3. 12. 2005
İTÜ sözlük
- Tarihi evini yoyav'a bağışlayarak Türkiye için faydalı bir harekete imza atmış doktor, bestekar. 14.04.2007
- Aynı zamanda tıp doktoru olan, güzel bestelerin yaratıcısı, özellikle "ağlar gezerim sahili sanki benimlesin, ayda yüzün geceyi öpen sularda sesin" güftesini mükemmel bir besteye dönüştürdüğü için müteşekkirim kendisine. 27.06.2007
- Muhteşem bir eser olan “kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter” adlı şarkının da bestekârıdır. Kendisi de mükemmel bir bestekâr ve icrakârdır. 03.11.2007
Uludağ Sözlük
- Sadece muazzam bir ses ve yorum...17.07.2007
- Türk müziğinin mihenk taşlarının başında gelir, yorumuyla, besteleriyle... insan onun bestelerini dinleyince gerçekten müziğinin büyüsüne kapılır, ister istemez seçici olur, diğer şarkıları ve yorumları dinlerken... besteleriyle sizi size anlatır,”bir garip aşığım ben”deki gibi,”Kimseyi böyle perişan etme”de ,”Ne bildin kıymetin, ne bildin kıymetim”de, tıpkı “Bülbülün çilesi yanmakmış güle”de ki gibi...10.06.2008
- Tüm servetini Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı'na bağışlayan
zat-ı muhterem. Kendisine bir Türk kızı olarak teşekkürlerimi ve takdirlerimi sunmayı bir borç bilirim.01.03.2011
- Herkese örnek olması gereken mükemmel bir iş yapmıştır kendisi, böyle engin bir yüreğe sahip oldukları için kendisini ve saygıdeğer eşini tebrik ediyorum. 01.03.2011
Aşağıdaki üç röportaj da, baştakilerden 50 yıl sonra yapılmış. Hem değişen ve dönüşen toplumsal koşulları ve değerleri anlatması hem de Alâeddin Yavaşça’nın bilinenin dışındaki duygu ve düşüncelerini nakletmesi bakımından örnek olarak eklendi.
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça ile mülâkat Güzin OSMANCIK /p>
OSMANCIK: İstanbul Radyosu’na geçişiniz nasıl oldu?
YAVAŞÇA: Bu arada İstanbul Radyosu resmen kuruldu. İstanbul Radyosu’nun açtığı solist sınavını kazandım. Kazananlardan birisi de Arif Sami Toker’di. Sonra resmen radyoda çalıştım. Benim bu devrelerimde lise hayatımda ve tıbbiyede çok değerli hocalarım vardı. Doktor Suphi Ezgi bunlardan bir tanesidir. Saadettin Kaynak, Zeki Arif Ataergin, Münir Nurettin, Refik Fersan, Saadettin Arel bunlardan bir kaçı. Onun dışında sık sık musiki meşklerine katıldım.
OSMANCIK: Meşk etmek nedir?
YAVAŞÇA: Usta çırak meselesidir, bir ustadan öğrenmek, eseri meşk etmek odur. Usta, gerek tarz ve tavır, gerek usul dâhilinde talebe yetiştiren kişidir. Usta en mükemmel şekilde meşk eder. Bu meşk edenlere Fem-i Muhsin denir.
OSMANCIK: Şimdi bu yarışmalara katılanlara da ”Sende fem-i muhsin var” tabirini kullanıyorlar. Bu doğru bir tabir midir?
YAVAŞÇA: Evet güzel icra etti mi “Sende fem-i muhsin var” diyorlar. Hâlbuki o mükemmeliyet ifade eden bir şeydir. Musikinin içine girmiş, deryasını kulaçlamış ve öğretenlerin arasına girmiş kişidir. Çok iyi bir okuyucudur ama fem-i muhsin değildir, çok iyi bir sazendedir. Aldığını kendinden sonra gelene aktarma vasfıdır fem-i muhsin.
OSMANCIK: Bu arada asıl mesleğiniz tıp doktorluğu değil mi?
YAVAŞÇA: Evet, bu konuda çok önemli çalışmalarım var. 1945 senesinde İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirip tıbbiyeye girdim. 1951 de doktor oldum hemen pratisyen olarak Ordinaryüs Prof. Tevfik Remzi Kazancıgil beni ihtisasa aldı. Kadın doğum mütehassısı oldum ve 1955 de çeşitli hastanelerde kadın doğumcu oldum. Haseki Hastanesi’nde ihtisasımı yaptım. Daha sonra askerliğimi mütehassıs olarak Kasım Paşa Deniz Hastanesi nisaiye servisinde yaptım. Askerlik biter bitmez Zeynep Kâmil’de mütehassıs olarak çalıştım. Sonra baş asistan olarak Taksim İlk Yardım, sonra Şişli Etfâl’de altı buçuk sene çalıştım. Hep asistan yetiştirdim. Sonra Vakıf Gureba Hastanesi’ne geçtim ve iki sınav verdim. Hem vakıftan hem de bakanlıktan gelen jürinin oyları ile kazanarak altı buçuk senede doğumu olmayan kadın hastalıklarının bölümünü kurdum.
OSMANCIK: Daha önce Vakıf Gureba’da doğum bölümü yok muydu?
YAVAŞÇA: Evet yoktu. Vakıf Gureba eğitim vasfını o zaman
kazandı. En son 1975 senesinde Haseki Hastanesi doğum kliniğinden emekli oldum, son olarak Haseki’ye döndüm. 1975’den 1990’a kadar o kliniği idare ettim. Birçok ameliyatlar yaptım, yetiştirdiğim asistanın haddi hesabı yoktur.
OSMANCIK: Sizin bir de konservatuar hocalığınız var. O nasıl başladı?
YAVAŞÇA: 1990 yılında YÖK’ün kurmuş olduğu Konservatuar Ses Eğitimi bölümüne beni tayin ettiler. Radyoda da yetiştirdiğim pek çok kişi TRT’de programlar yapıyorlar. Daha sonra bütün konservatuarlar YÖK e bağlandı. Bir de klasik koro şeklinde çok programlar idare ettim. Şu an Haliç Üniversitesi’nde görevdeyim.
OSMANCIK: Bestelerinizin hikâyeleri var mı?
YAVAŞÇA: Güfte sahiplerinin hikâyesi vardır. Biz hazır duygulara, hazır hislere, hazır hatıralara, hazır hikâyelere müzik giydiriyoruz ama aynı duyguyu hissetmek lâzım. Hem beste, hem güftesi bana ait olanlar da var. Hayatta yaşanmış pek çok şey var. Onlara akümle oluyorsunuz, doluyorsunuz. O dolduğunuz şey size bir ufuk açıyor.
OSMANCIK: Beste ve güfte yapmak nasıl bir duygu, neler hissediyorsunuz o anda?
YAVAŞÇA: Zeki Arif Ataergin’in dediği bir şey vardı. Dedi ki “Biz bir kâtibiz oğlum. Bize bir lütuf verildi. O lütuf gücü elimize kalem verilip yazdırılıyor. Bize yazdıran bir güç var, o güç bizi yazmaya sevk eden güç başkadır. O güç bizi zenginleştiriyor, o güç bize çok semavi bir duygu veriyor.” Şairin hissettiğini o rezonansı taşıyarak alıyoruz ve kalem işletiliyor.
OSMANCIK: Gençlere bu kültür nasıl verilmelidir. Klasik Türk Musikisini nasıl sevdireceğiz?
YAVAŞÇA: Bu bir kültür meselesidir. Türk toplumu çok eski bir toplumdur. Soyumuz Orta Asya’dan geliyor. Eskiden burada çeşitli medeniyetler yaşarmış. Ama Orta Asya’dan göçlerde çeşitli Türk kavimleri, Türk kavimleri gelirken serpile serpile gelmişler. Meselâ Kerkük’te Türkler var serpilmiş oraya.
Bunlar çeşitli yerlere yerleşmiş, Konya ya ve İstanbul’a kadar gelmişler. İşte ne zaman ki 800’lü yıllar Fârâbi’nin yaşadığı yıllara düşüyor. Bazı kişiler ürüyor. Bir İslâm olgusu var. Bundan doğan bir kültür var, hem müspet ilimlerde, hem musikide, hem şiirlerde var. Farabi zamanında Türk musikisi her boyutta ele alınmış. Besteler de yapılmış ama maalesef o zamanda yapılanlar zamanımıza ulaşmamış. Yazılar belgeler oluşmuş. Bakıyoruz Farabi zamanında müzikoterapi yapılmış,
OSMANCIK: Bize biraz müzikoterapiyi açar mısınız?
YAVAŞÇA: Makam esaslarına dayanmak suretiyle makamların çeşitli organlarda, dolaşım organlarında damarlar, sinir sistemi, solunum sistemi üzerinde çeşitli etkilere göre bir tedavi yönüne gidilmesidir. Bu İbn-i Sina zamanında da devam etmiş. Toplumda da bunların yapıldığı görülmüş.
OSMANCIK: Eskiden Padişahlar hep müzikle uğraşırlardı. Bunun bir sebebi var mı acaba?
YAVAŞÇA: Amaç kültür. Bir insan tarihten gelen kültürüne yabancı mı kalacak? Kültürüne en çok kendisi sahip olacak ki örnek olsun. Çünkü müzik iç disiplini oluşturur. Bu ruh
jimnastiğidir, disiplindir. musikimizin başlangıcından beri şiirle daha doğrusu o musikimizi meydana getiren bestekârlarla kucak kucağa gelmiş. Şair yazmış, bestekâr bestelemiş. Seviyeli bir şekilde şiir, şairin o andaki duygu birikimi içerisinde ortaya çıkmaktadır. Hissi o titretişimi taşıyor. İşte o titreşimi bestekâr hissedecek ki başarılı olsun. Dinleyici onu anlayıp o rezonansı alabilecek kapasitede seviyede olsun ki solist de görevini yapsın. Kaynaşsın aşk ile. Aşk olmadan meşk olmaz.
OSMANCIK: Sanatçı o aşkı taşımalı ki dinleyenin kalbine ulaştırabilsin değil mi?
YAVAŞÇA: O ruh olmadıkça zaten müzik olamaz, ama bunların ölçüsünü bulmak lâzım. Bir televizyon başındaki adam müzikten anlamıyor. Seviye olmayınca kim denetleyecek, dinleyici programları yapılıyor. Ben şu yaşıma gelmişim bu yaşta çalışma ihtiyacı hissediyorum. Zor günler geçiriyoruz,
OSMANCIK: Biraz da İbnül Emin Mahmut Kemal’in evinde yapılan Pazartesi Sohbetlerinden bahsedebilir misiniz?
YAVAŞÇA: Bir nevi okul, bir üniversitedir burası. Bütün zamanın en önemli kişileri hep bu toplantılara gelirlerdi ve oradan bir şeyler alarak çıkarlardı. Bir kere en önemlisi Türk toplumun en büyük değerleri olan ahlak, edep erkân alınırdı orada. Şimdi o vasfın sahibi, evini açan adamlar yok ve tarihe karıştı. Biz şanslıyız o devri yaşadık. O devrin duygu yapısı farklı olan kişilerden çok faydalandık. Ve gücümüzün yettiğince zorla kavga ederek elimizden geldiğince ne kadar verebilirsek vermeye çalıştık. Onun için evime çekilmedim hâlâ, ama tıbbı bıraktım.
OSMANCIK: İbnül Emin Mahmut Kemal hakkında sizden yaşanmış bir hatıra alabilir miyiz?
YAVAŞÇA: Her şeyden önce çok enteresan bir Osmanlıydı. Abdülhamid Han zamanında Beylikçilik yapmış, yani müstemleke nazırlığı gibi bir şey. Babası da Mühürdar Emin Paşa’dır. Daimi saray içinde bulunmuş, birçok merhalelerden geçmek suretiyle eski Türk ahlak ve erkân ve ilmine ulaşmış. Dünya kadar eser vermiş son şairlerimizden “Hoş Seda” gibi eserleri ile hiç boş durmamış biridir. Elini öptürerek ama şiddetiyle, hiddetiyle bizi de zapturapt altında tutmuştur.
OSMANCIK: En çok ne tür müzikler dinlerdi?
YAVAŞÇA: Rast makamını çok severdi, Hüzzamı sevmezdi. Bütün makamları devreder fasılda bulunurduk. Bir akşam “E kuzum evladım bu akşam nasibimizde ne var” dedi. Efendi Hazretleri dedim, müsaade ederseniz bu akşamda Hüzzam faslı yapalım dedik. Efendim bir mısra okuyayım o zaman dedi. “Sen hemân eyle tekellüm, razıyım dûşnâme (kötü söz) ben ”. Ben bunu hemen şöyle çeviriyorum dedi. “Sen hemân eyle terennüm, razıyım Hüzzama ben” İşte böyle bir nükte gücüne sahipti. Taşı gediğine koyan biriydi. Güzel bir fasıl yaptık o gün, Hüzzama bayıldı, bakışlarıyla “İşte Hüzzam böyle olur” dedi. “Efendim neden Hüzzam sevmiyorsunuz?” dedim. “Efendim onda öyle bir şey vardır ki, perde biraz aşağıda biraz yukarıda basılırsa parça bozulur.” dedi. “Her kişi bu hüzzam makamını çalamaz ve okuyamaz” dedi.
Kaynak: Sanat Âlemi 10 Nisan 2008
Alâeddin Yavaşça’nın Türkiye’nin sağlık sorunları ile ilgili düşüncelerini söylediği nadir röportajlardan biri:
SAĞLIK DÜŞÜNCESİ VE TIP KÜLTÜRÜ PLATFORMU Ömer ÇAKKAL’ın röportajı
Sağlık Bakanlığı’nın `Sağlıkta Değişim` programı çerçevesinde gerçekleştirdiği Tam Gün mesai, sevk Zinciri, Aile Hekimliği gibi tüm adımlar hekim ve eczacı örgütlerinin direnişi ile karşılaşıyor. Örgütler tepkili, Bakanlık ise kararlı. Bu zamanlarda bir bilene danışmakta fayda var. Tartışmasız bir müzik duayeni olan Alâeddin Yavaşça, sektörün iyi bildiği üzere aynı zamanda bir hekim. 82 yaşındaki usta ile haftanın iki günü ders verdiği Haliç Üniversitesi Konservatuarı’nda buluştuk.
-1950’lerden başlayarak sanıyorum 1990’lara kadar yaklaşık 40 yıl İstanbul’daki pek çok hastanede pratisyen hekimlikten başhekimliğe kadar pek çok birimde görev yaptınız. 1950’lerden 2000’ler Türkiye`sine sağlıktaki tüm gelişimin canlı şahidisiniz. Buradan yola çıkarak genel hatları ile sizin gözlemleriniz neler?
Bunu özetlemek lazım. Daimi suretle dünyadaki gelişimi geriden takip etmek sureti ile zamanımıza kadar gelmiştir. Bir sıçrayış, öne geçme yaşanmamış. Almanya, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelerin ortaya koyduğu şeyleri mümkün olduğu ölçü içinde burada da yapma gayretinin ötesine geçilememiştir. Halen de böyledir. Fakat tıbbı kazanç metası haline getirme konusunda ön sıradayız. Özel hastanelerin pıtrak gibi açılması, hemen her semtte bir özel hastanenin oluşu ticari anlayışı tıbbi anlayışın
önüne geçirmiştir.
-Bilhassa son 10 yılda ülkemizde özel hastanelerin sayısı bir hayli arttı. Hükümet de sağlıkta özelleştirme noktasında istekli. Siz sağlıkta özelleştirmeye, özel hastanelere tümüyle mi karşısınız; yoksa itiraz ettiğiniz nokta bunun işleyişi mi?
-Ben tatbikine karşıyım. Aslında özel hastane varlıklı kişiler içindir.
-Bugün artık herkes özel hastaneye gidebiliyor. Sizce bu yanlış mı?
-Valla bu konuyu uzun uzadıya gözden geçirmek gerekiyor. Fakat bakıyorum hiç doktorlukla alakası olmayan kişiler özel hastane açıyor. Tıbbi bir nosyonu olmayan patronlar, sağlıkta yanlış bir rekabete yol açıyor. Bu sefer hizmet yerine kazanmanın yarışı başlıyor. Bunun önüne geçmek lazım. Öte yandan bir de `Tam-Gün Yasası` hazırlanıyor. Burada da iyi düşünüp doğru adım atmak lazım. Bizim zamanımızda da `Tam-Gün` denendi. Benim de muayenehanem vardı. Hepimiz kapattık, hastanelerde tam gün mesaiye geçtik. Ama sonra birçok ödemelerimizi, tasarruf gerekçesi ile kestiler. `Nöbet tazminatı kaldırdım, şunu kıstım, bunu kıstım` dediler. Şimdi `Tam-Gün` hazırlanıyor, yöneticilerin geçmişteki yanlışları hatırlamaları, ileride ortaya çıkabilecek sorunları bugünden hesap etmeleri, hakkaniyet ölçüsünden şaşmamaları lazım.
-Yavaşça Hoca cerrahi bir branşın da temsilcisi. Asistanlık döneminizden bugüne teknoloji ve zaman tıptan neler götürdü? Doktor-hasta arasındaki o yaşamayanın bilemeyeceği duygu kaybedildi mi?
Bizim zamanımızda hekimler, hastanın
muayenesinden tüm testlerinin yapılmasına teşhis ve tedavinin tüm aşamasında hasta ile bizzat ilgilenirdi. Şimdi teşhisi makine koyuyor. Böyle olunca doktorun tecrübesinden gelen katkısı kalmıyor. Eğer ameliyatsız tedavi gerekiyorsa, doktora sadece ilacı yazmak kalıyor. Onu makine yapamıyor!
-Burada Faruk Nafiz Çamlıbel`in eşinin durumu hakkında Savaş Ay`a anlattığınız hatıranızı anımsadım. Şimdilerde yaşam hızlı, teknolojik cihazlar baş döndürücü. Ve duygunun her türlüsü galiba giderek kaybediliyor. Siz yarım asır öncesinde, hastanın iyileşmesinin mutluluğu ya da tedavi edilememesinin çaresizliği karşısında her şekilde durumu soğukkanlı karşılayabiliyor muydunuz? Kırılma anlarında neler hissediyordunuz?
-Soğukkanlı görünmek gayretindeydik. Size ıstırabı ile gelen hastaya duygularınızı gösterirseniz onu moral açısından olumsuz etkileyebilirsiniz. Tedavi yalnız ilaçla, ameliyatla mümkün değildir. Hastayı ruhsal bakımdan tedaviye hazırlamak, ona ümit vermek lazım gelir. Her hekim biraz psikolog olmalı. Hasta hekime güvenirse sonuç daha kısa zamanda alınır.
-Sizin tıptaki uzmanlık alanınız kadın doğum idi. Bu noktada hep tartışılan sezaryenin etik-vicdani yönü noktasında neler söylersiniz?
-Mecburiyet olmadıkça sezaryene karşıyım. Bütün dünyada sezaryen endikasyonları bellidir. Hangi durumlarda gerekli olduğu bellidir. Yaratılmış bir insanın vücudunun fizyolojisinin, mecburiyet olmadan dışarıdan bir operasyona tabi tutulması tabiata aykırıdır. Şimdi kadın diyor ki, ben sezaryen istiyorum Bu
endikasyonu kesinlikle hekim koymalıdır. Unutulmamalı ki, her türlü operasyonda bir risk vardır. Yeri gelmişken şunu da ifade edeyim: Biliyorsunuz çocuğunu sezaryen yöntemiyle dünyaya getiren bir kadın, sonraki hayatında normal doğum yapamaz diye bilinir. Ama ben 55 vakada bunun tersini gerçekleştirdim. Sezaryen ile doğum yapan kadınlar 55 vakada daha sonra normal doğum yaptılar.
-Yaklaşık yarım asırlık aktif tıp yaşamınızda çeşitli tıp yayınlarında onlarca makaleniz yayımlandı. Ülkemizde tıp yayıncılığında dünden bugüne gözlemleriniz neler?
-Ülkemizde çok değerli hekimler yetişmiştir. Çok değerli tebliğler, makaleler hazırlamışlardır. Bu devam etmelidir. Tıp demek insan hayatı demektir. Dünyada sağlık her şeyin üstündedir. Tıbbın saygınlığını daima muhafaza etmek gerekir. Doktorlar çok fedakâr insanlardır. Mesaisi, gecesi gündüzü belli değildir. Bakın ben bir filme gittiğimde, hangi sinemada, hatta hangi koltukta olacağımı bildirirdim ki gerektiğinde beni bulabilsinler diye. Allah rahmet eylesin, Cevdet Çağla’nın bir jübilesi oluyordu. Ben de sahne alacaktım. O zaman da Taksim İlkyardım Hastanesi’nde görev yapıyordum. Bir telefon geldi. `Kritik bir doğum var` dediler. Cevdet Çağla’dan borç taksi parası aldım. Hastanedeki odamın anahtarım bile üzerimde yoktu, asistanımın pijamalarını giydim. Ameliyata girdim, bitirdim ve Açıkhava Tiyatrosu’na döndüm ve sahneye çıktım.
-Tıbbın insanın beden, müziğin de ruh yönünü tedavi ettiği söylenir. Siz iki noktada da dinleyici ve icracı, hekim ve yer yer
hasta olarak perdenin hem önünde hem gerisinde bulunma şansını yakaladınız. Siz bu konuda neler söylersiniz?
-Efendim müzikoterapi denilen bir şey vardır. Bunu da en çok tatbik eden Türklerdir. Farabi zamanında müzikoterapi yapılmış ve bu vakalar kayıtlara aktarılmıştır. Hatta size bir şey daha söyleyelim; Kayseri`de Gevher Nesibe Sultan’ın (Selçuklu Hükümdarlarından II. Kılıçarslan’ın kızı –Ömer Çakkal’ın notu) yaptırdığı bir külliye vardır. Orada da müzikoterapi yapılmıştır. Sultan orada bir müddet tedavi görmüş, daha sonra kendisi de bir fiil orada görev yapmıştır. Türk milleti olarak gaflet içindeyiz. İlk hemşire olarak da Florence Nightingale’i anıyorlar. Oysa dünya tarihinde ilk hemşire Gevher Nesibe Sultan’dır. Gitsinler Kayseri’yi bir gezsinler. Bu nasıl bir gaflettir.
-Bugün hayatınızı nasıl kazanıyorsunuz?
-Emekli maaşım oldukça iyidir. Ayrıca dikkat ediyorsanız bugün de halen çalışıyorum.
-Kendinize ait bir eviniz var mı?
-Elbette. Hem de üç tane. Biri İstanbul`da, biri Bodrum`da, öteki de Kırklareli Pınarhisar`da. Köyün adı eskiden Yancık`tı. Avcı çantasına yancık derler. Ancak muzip olan arkadaşlar bana takılırdı. Biz de ilin valisine rica ettik, köylüler de destek verince ismi değiştirildi, Ataköy oldu.
Kaynak: Haber7 4 Mart 2009
Alâeddin Yavaşça Türk Mûsikîsinin yaşayan çok değerli isimlerinden, yaşarken efsaneleşmiş değerlerindendir.
-Hocam lisede bir hocanız daha varmış sizin faydalandığınız. Ondan da bahseder misiniz?
YAVAŞÇA: Salim Rıza Hocam. Çok titiz bir adamdı. Aruza çok dikkat ederdi. Ki kendisi bile bazı gazelleri tutturamazdı. Bir gün derste “Var mı aranızda kendisine güvenen, birkaç gazel okutacağım” dedi. Benimle birlikte bir iki kişi parmak kaldırdı. Önce onlara söz verdi. “Olmadı” dedi. “Siz biraz aruz öğrenin” dedi. Sonra bana geldi. Ben neye dikkat ettiğini biliyorum tabiî. Kalıba uyarak okudum. “Bundan sonra ben sana gazelhan diyeceğim” dedi.
-Üniversiteye girişiniz 1945, bitiriş yılı ise 1950. Asıl musikiyle tanışmanızı bu yıllara bağlıyorsunuz. O yıllardan, üniversitedeki müzik hayatınızdan bahseder misiniz?
YAVAŞÇA: Üniversite korosunun ilk kuruluş döneminde bulundum. Ama girdiğimde üniversite korosu mevcut idi. Ercüment Berker kurmuştu. Himaye eden ise Hüseyin Sadettin Arel`di. Haftada bir gün bize Marmara Sineması vardı o zaman. Orada dersler verirdi. İmtihanla alıyorlardı. Bir şey varsa kabul ediliyordun. Yoksa kabul etmezlerdi. Ben lisedeyken başlamıştım zaten buraya. Konservatuar titizliğinde çalışıyorlardı. Hüviyeti vardı herkesin. Adı soyadı resmi ve giriş tarihi yazardı hüviyette. Belediye konservatuarlarının en büyük eksiği enstrüman dersleri yoktu. Üniversite korosuna koymuşlardı. Meselâ ud öğretiyorlardı. Ney öğretiyorlardı. Kanun öğretiyorlardı. Tanbur öğretiyorlardı. Dört başı mamur bir eğitim veriyorlardı. Orda klasik takımları öğretiyorlardı. Makamlar bestekârlar ağır semailer büyük semailer. Bir de o ayardaki şarkılar geçiliyordu. Ciddî bir çalışma müessesesiydi. Ben zaten o zaman Suphi Bey`e gidiyordum. Suphi Bey`in eğitim tarzı çok farklıdır. Geçeceği eseri önce analiz ederdi. Notayı önüme kor, “Bak bakalım. Bestekâr hangi şed oyunları yapmış” Ben de kendime göre şöyle böyle diye açıklardım. Sonra bana “Tamam mı?”diye sorardı. Ben de “tamam” derdim. “Sana öyle geliyor” derdi. “Tek tek tamam. Ama terkipler var. Birleştirince bak bu makam olmuş” diye anlatırdı. Bitince “Bu tahlil tamam. Şimdi icraya başlayabiliriz” derdi. Tanburu eline alır, “Oku bakalım evladım” derdi. Eksiklik olursa durdurur düzeltir devam ederdi. Usulüne uygun eseri öğretirdi. Bu yüzden Suphi Bey`in yeri çok ayrıdır. Türk Musikisi’nde zamanımıza intikal etmiş 540 eseri vardır. Ayrıca Hâfız Ahmet
Efendi’yle birlikte (Zekâi Dede Efendi’nin oğludur) dinî musikimize de nâdide eserlerden oluşmuş kaç fasikül bırakmıştır. Bunlar kaybolabilirdi. Onun bize bıraktığı kaybolmamasını sağladığı değerlerimizdir. Bunun dışında Rauf Yekta Bey vardır. Dede Efendi’nin talebesi. Ben yetişemedim tabiî. Kâzım Uz vardır Sadettin Kaynak’ın hocası. Suphi Bey ise direk Dede’nin talebesidir. Ben de onun talebesiyim. Yani araya bir kişi girmek suretiyle Sadettin Kaynak hocası Kâzım Uz, Kâzım Uz`un hocası Zekâi Dede. Ondan sonra ise Zeki Ârif. Zeki Ârif Bey`in hocası Rauf Yekta Bey, onun hocası yine Zekâi Dede’dir. Zekâi Dede`nin hocası kimdir? Emin Efendi. Onun hocası ise Tanburî İshak. Tanburî İshak ise III. Selim`in tanbur hocasıdır. O döneminin meclisinin vazgeçilmez tanburîsidir. Son dönem Türk Musikisi silsilesinin bize ulaşma şekli bu şekildedir.
-Hocam bir medeniyet müziğinden bahsediyoruz. Günümüzde bu değeri koruyabildik mi?
YAVAŞÇA: Bütün kültürümüzü kaybettik. Yüzyıllar ilerledikçe birçok atılım gerçekleşti, yenilikler meydana geldi. Evet teknolojiyle birlikte bunlar oldu ve olacak. Ama bu bizim kökten gelen kültürümüzü kaybetmemize sebep olmamalı. Efendim ben bütünüyle eskiyi kabul ediyorum. Olmaz bu yanlış. Fakat yeniyi nasıl kabulleniyorsak, eskiyi de muhafaza etmeli, korumalı ve devam ettirmeliyiz. Sıradan bir iş değil bu sanat. Herkese nasip olmamış. Lânet tayin kişilerin yapabileceği bir iş değil. Cenab-ı Hakk yaratırken bazı kişilere nasip etmiş. O zaman bahşedilen kişiler iltimaslı kişiler. Madem verilmiş, bütün sanat dalları için
söylüyorum, bir millete nasip olmuş koruması muhafaza edilmesi, hatta devam ettirilmesi mecburidir. Hiçbir toplum temelinden kopamaz. Eğer temelsiz oturtmayı denersen tutmaz. Olmaz. Evvela muhkem bir sanat temelin olacak. Ruh yapısını yücelten bir sanat anlayışın olacak. Yoksa yetişen yeni nesil sanattan hiçbir şey anlamaz.
Bugün gençlerimiz maalesef bu anlayışa yabancı hocam.
YAVAŞÇA: Yabancı tabiî. İki mısra ile üç mısra ile şarkı olmaz. Bu sanat değildir. Asıl sanat bizim klasik musikimizdir. Hacı Ârif bile sekiz mısralı şarkı yapmıştır. Dokuz mısralı yok. Sekiz mısrada bitiyor. Her mısraın bir adı var. Sekize kadar getirmiştir. Kim bunu ileriye götürdü? Sadettin Kaynak. 28 mısralık şarkı bestelemiştir. Bunu yaparken özden kopmamıştır. Ruh yapısını bozmamıştır. Güzellikler katmıştır. Halkın her seviyesine hitap eden bir müzik yapmıştır. Film müziği yapmıştır. Film müziği meselesi değil bu, enstrüman tarafı ağır basan bir müzik formu üretip ortaya koymuştur. Bu 20. yüzyılda Türk Müziği`nin devamını sağlayan meselelerdir. Halkın tamamı severek dinlemiştir. Bugün birçok assolist onun sayesinde olmuştur. Ağdalı ağır form müzik derseniz Zeki Ârif vardır. Onun yapmış olduğu besteler ağır, sanat değeri çok yüksek ve zor eserlerdir. Her babayiğit icra edemez. Yıllarca okuyamamıştır kimse. Onun yapmış olduğu eserler mutantan, şaşaalı dönemlerden kalan eserler gibidir. Zeki Ârif. Hatta bir hâtıra var onu nakledeyim. Ben de yaşamıştım.
Beni bir gün aldı Beyazıt`ta bir yere götürdü. Gittiğimiz yer de Ergin Ataman’ın yanı. O zaman Nahiye
Müdürü. Tam gidiyoruz arkamızdan biri “Salih Zeki” diye bağırıyor. Asıl adı Salih Zeki`dir. Ama o dönemde erkek evlat babasının ismini soy isim gibi kullanıyor. Zeki Bey`de Salih`i kaldırıyor, babasının ismini Ârif`i alıyor. Öyle Zeki Ârif oluyor. Neyse arkamızı döndük. “Şakirdini de al, gelin beraber” dedi. Bizde gittik. Küllük Kahvesi var, oraya götürdü bizi. Sonra yüzümüze baktı. “Yahu dedi ne işiniz var sizin burada. Böyle kıytırık yerlerde” “Sen getirdin” dedik. “Hayır” dedi. “Senin oturacağın yer ancak Şakir Ağaların yanıdır” dedi. Ne gözle görüyor bak. Oraya yakıştıramıyor Zeki Ârif`i. Bizim zamanımızda meşk çok önemliydi. Onlar bunu çok iyi yapıyordu. Biz onlardan kaptık. Eseri okuyuşları, esere hâkimiyetleri, eseri okurkenki davranışları. Bir dönem konservatuardaki eğitim bize yetmedi. Onlara bunu aşılamak istedim. Evime aldım. Üç sene meşk ettim. Onların içinden bir tek Doğan’ı beğenirim. Zamanın şartlarına fazla itibar etmedi. Musikinin gerekliliklerini yerine getirdi ve yolunu çizdi. Kopmadı. İyi programlar yaptı. O bakımdan ondan memnunum. Tamam, güzel okuyanları da yok değil ama Doğan tam aldı bu işi.
-Hocam Rüştü Eriç hakkında bize bilgi verir misiniz?
YAVAŞÇA: Rüştü’yü saz sanatkârı olarak ele alabiliriz. Çok güzel refakat ederdi. Titizdi, dikkatliydi. İyi bir refakat sazı idi. Diğer tarafı da bestekârlığı idi. Rüştü sonradan bestekâr oldu. Bestekârlığı geç oldu. Fakat çok hızlı gitti. Epey eser verdi. Ve eserlerinin hepsi de zevkli eserlerdir. Gerek besteleri gerekse sazendeliği hiçbir zaman belli bir çizginin altına inmemiştir.
Ayrıca topluluklar idare etti. Rumeli Musiki Cemiyeti`ni idare etti. Rumeli`ye ait bütün repertuarı bilirdi. Konuşması bile hep o tarafa kayardı. Demek ki Rüştü Eriç sazende, bestekâr insandı, karakteriyle örnek bir insandı. Bunların yanında cemiyet kurarak musikiye hizmet etmiştir. Bunları ayrı ayrı ele almak lâzım. Ömrünü heba etmemiş, faydalı işler yapmış bir insandı. Rahmetle yad edilmeyi hak etmiş bir insandı.
Hocam birçok müzik programı sürekli yenileri türeyerek devam ediyor. Sizce bu oluşumların bizim musikimize bir katkısı olur mu? Yada iyi müzik yapılıyor diyebilir miyiz?
YAVAŞÇA: Hayır. Çok seviyesiz. Şimdiki camia içkili gazinolarda boy gösteren, bu işi para için yapan, sarhoşlara hoş görünmeye çalışan kişilerden oluşuyor. Maalesef bugün bakıyorum, TRT bile o tür kişileri sanatçı diye ekranlara taşıyor. Radyoda kalmadı zaten musiki falan. Sanatkâr mefhumu değişti. Değiştirildi. Sanatı sanat için yapan var. Hiçbir sermayenin uğruna kullanmayan, hakkıyla yapan, bir de sanatı geçim kaynağı olarak görenler var. Bunlar her dönemde oldu ama. Küçümsemiyorum ama onlar sanatçı değil. Onlar da bu yolu benimsemişler. O yüzden de derinlemesine inmemişler. Bu iş ciddî bir eğitim işi. Konseptler değişmiş. Anlayış değişti. O yüzden bu tarz programlarda da seviye o kadar. Sahneye sanatkâr arıyorlar. Jüride zaten aynı anlayış var. Bakışları şu: “İlerde bundan falanca gazinoya assolist olur mu?” Bir nevi gösteri gibi. Bakış açılarımız ve aradığımız özellikler farklı. Haklılar mı, haklılar. Çünkü TRT de aynı. Ben yıllarca düşünsem TRT’nin bu hâle düşeceğini hayal edemezdim.
Tekrar ediyorum, bütün sanatlar için, geçmişi varsa muhafaza ediliyorsa işte bunlar sanattır. Eğer gazino sahnesine çıkıp sarhoşları eğlendirmekse zenaattır. Bir şey daha söyleyeyim. Tarihî. Eskiden kadıların olduğu dönem. Bir ilmî musiki var bir de loncalı musiki var. Loncalı musiki düğünlere giden, milleti eğlendiren kişiler. İlmî musiki ise, musikiyi bilen ilmi tahsil etmiş kişiler. Eğer bir davada meslek sorulduğunda “musiki” derse kişi “İlmi mi loncalı mı? diye sorarlarmış. Eğer “lonca” derse, “Senin şahitliğin geçerli değil” diye kovarlarmış. “İlmî” derse “Olur, tamam, kabuldür” derlermiş. Tarihî bir hakikat bu. Atmıyorum kafamdan. Ayrımı yapmış adamlar. Eğlendirmek için müzik yapan adamın şahitliği makbul değilmiş. Sen öyle de söyleyebilirsin, böyle de söyleyebilirsin. Paranın rengine göre şöyle de müzik yapabilirsin, böyle de müzik yapabilirsin. Zamanımıza uyarladığın zaman ayrım çıkıyor ortaya.
-Hocam 1950`de TRT’ye intisap ettiniz. TRT`de birçok görevde bulundunuz. Birçok hizmetiniz geçti. Şeflik, icracılık yaptınız. Müdürlüğe kadar TRT’nin her kademesinde bulundunuz. Bize TRT`de geçen müzik hayatınızdan bahseder misiniz?
YAVAŞÇA: Zaten özetlediniz. Ama ben bunları düşününce benim içim acıyor. Benim bu serzenişime kırılıyor bugünkü TRT yöneticileri. Ben TRT`de hizmet ederken bugünkü genel müdür de dahil mensuplarının çoğu daha doğmamıştı. Her konuda TRT`nin hizmetini yapmış bir adamım. Yıllarca hizmet ettim. Bu müessese benim gönlümdedir. Eğer gönlümdeki bu müessesede bir yanlış bir hata görürsem bunu tenkit etmek benim hakkımdır. Ben
sadece ikaz cihetinden konuşurum algılayabilirler algılayamazlar. Bu ayrı mesele. Ben yanlış görürsem söylerim. Hiç kusura bakmasınlar. Çünkü biz Mesut Cemillerle Ferit Kamlarla Cevdet Çağlalarla çalışmış insanız. TRT hayatımızda. Onun için onların hiçbiri yoktu. Kalan son ihtiyarlardan biri olarak gördüklerimi söylemeliyim. İkaz etmeliyim. Hoş görsünler artık bizi. Ben gördüğümü söylemesem bende yanlışa girmiş olurum. Ben söyleyeyim de onlar kulak arkası etsin. Bu onların meselesi.
-Hocam tıpçıların sanata karşı ayrı bir ilgisi var. Sizin sadece musikiyle değil resme de alakanız olduğunu biliyoruz. Bir zaman tanıdığınız önemli büyük bestekarları tanıtıp, kendi kaleminizden resimlerini çizip altına imzanızı attınız. Tıpçıların sanata karşı ilgisi nerden kaynaklanıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
YAVAŞÇA: Bir defa tıp çok yorucu bir meslektir. Hele ben kadın doğumcu olduğum için 24 saat görevdeydim. Âcil durumlar olur. Ayrıca kadın doğum ayriyeten cerrahlıktır. Sürekli ameliyatlar yapıyorsun. Cerrahlık da bir sanattır. Çizdiğiniz bir şak (kesmeye denir) muntazam olması gerekir. Dikeceğiniz zaman da muntazam olması gerekir. O yer birkaç sene sonra belli bile olmaz. Bunu böyle düşündüğünüz zaman tıp başlı başına bir sanattır. Ve musiki ile tıp her zaman kucak kucağadır. Her sıradan doktorun musikiyle ilişkisi bir geçmişi vardır. Ya da ilgisi vardır. Benim hocam Tevfik Remzi Kazancıgil idi. Ben onun yanında dört yıl ihtisas yaptım. Edebiyatı çok iyi bilirdi. Musikiyi çok iyi bilirdi. Bütün o zevatın tamamı birleştiğimizde musiki hakkında gayet güzel sohbet ederdik. Biz oturduğumuzda bu
seviyenin karşısında olduğumuzu bilirdik. O zamandan bu zamana gelindiğinde çok sathî, çok basit bir seviye kaldı. Şimdikilerin bunlardan haberi yok. Ama kendi konusunu çok iyi bilir. Sadece tıpta değil bütün bilimlerde bir cılızlık var. Oysaki tıpçı aynı zamanda iyi bir psikologdur. İyi bir edebiyatçıdır. İyi şiiri seçer, okur, hatta yazar. Ama eskiye nazaran sanattan ve edebiyattan kopma var.
-Tıp geçmişiniz de yine musiki gibi. Hocam orda da yapmış olduğunuz bir çok hizmetler var.
YAVAŞÇA: Kırk sene tıp mesleğinde bulundum. Başhekimliğe kadar orda da her hizmeti gücümüz yettiğince yerine getirdik. Hatta askerliği bile Kasımpaşa Deniz Hastanesi`nde mütehassıs olarak yaptım.
-Hocam müzik icrası orda da devam etmiş galiba.
YAVAŞÇA: Evet evet. Tarık Kip vardı, o zaman keman çalardı. Ben de icra yapardım. Beraber konser verdik. Askeriyede. Hatta plâket vermişlerdi.
Hocam 2002-2005 yılları arasında 120 eser vermişsiniz. 630 eserin büyük bölümü bu üç sene içerisinde yoğunlaşmış. Bunun sebebi nedir? YAVAŞÇA: Ben bu dönemde icra edilsin diye değil. Zaten icra edileceğini de düşünmüyorum. Ben sadece yaşadığım hayat zarfında Türk musikisine beş takım kazandırmaktı amacım. Meselâ peşreviyle, saz semaisiyle, birinci ikinci bestesiyle, ağır semaisiyle, büyük semaisiyle beş takım kazandırmaktı. Zaten birisi Zeki Ârif Hoca’nın vasiyetiydi. O ömrü vefa etmediği için eksik bıraktığı bir işini benim
tamamlamamı istedi. Biz de yaptık. Aslında bunları yapmamızın bir sebebi de “20. yüzyılda, 21. yüzyılda birileri hâlâ bu müziği yapıyormuş yapmış” demesi içindi. Belli olmaz bakarsın ilerde toplum kendine ait eserlere, kültüre sahip çıkar. Toplumun yönü belli değildir. Araştırdıklarında “20 ve 21. yüzyıllarda hâlâ bu musikiyi bilen ve devam ettiren birileri varmış” desinler diye yaptık. Hemen hemen her türden eser bıraktık
Yıllarca yurt dışı konserleri verdiniz. Oralarda çeşitli vesilelerle bulundunuz. Batı müziği ile Türk müziğini kıyas eder misiniz?
YAVAŞÇA: Kıyas aslına bakarsan doğru olmaz. Ses sistemleri farklı bir kere. Bizdeki perde zenginliğinden dolayı bizim eserleri, batı müziği icra etmek için yapılmış enstrümanlar yapamaz. Yapıyorlar koyuyorlar ama yeterli gelmez. Bir kemençeyle bir piyanoyu yan yana koyun icra için, ancak Türk musikisinin fedakârlığı ile birlikte durur. Yoksa duramaz. Teknik anlamda yeterli gelmesi mümkün değil. İkisi de kendi alanlarında zirveye çıkmıştır. Teknik anlamda bizim musikimizin perde zenginliği tartışılmaz. Ve estetik zevkimiz de yüksektir. Bir de zevk te biraz millîdir. Hiçbir Türk’ü Fransız yapamazsın. Arap da yapamazsın. Aynı şekilde onları da Türk yapamazsın. Bir Türk’ü ancak para vererek Arap yaparsın. Bak reklâm var bir tane bugünlerde yayınlanıyor. Dönerci hesapta. Adam İngilizce konuşmaya çalışıyor, donuk bakışlarla. Bizimkiler de bunu beğenerek ekrana taşıyorlar. Neyin reklâmını yapıyorsun. Her taş yerinde ağırdır. Arap Arabistan`da, Türk Türkiye`de Fransız Fransa`da ağır. Görüşler, hayat tarzı, anlayış, fikirler, dünya görüşü, uhrevî görüş
her şey farklı.
Tabiî doğal olarak da zevkler de farklı. Musikilerimiz de farklı olmalı. …
7 Ağustos 2009 Sanat Âlemi
Ve… Yavaşça ile yapılan son röportaj
1973 yılında İstanbul Erkek Lisesinden (şimdi İstanbul Lisesi)Mahmut Abra’nın, aynı Liseden 1945 yılında mezun olan Alâeddin Yavaşça ile röportajı
O zaman biz de Sultanahmet’te oturuyoruz. Salı ve Cumaları gitmeye başladım.( Edebiyat Hocası Hakkı Süha Gezgin’in evine) Özellikle fasıl şefliği yapan Dr. Selahattin Bey müthiş bir adamdı…… Ahmet Çağan da vardı. Biraz çabuk alınırdı. Bir gün Selahattin Bey Ahmet’ten defi bana vermesini istedi. Anasının babasını öldürsen Ahmet Çağan’ı bu kadar üzemezsin. Hışımla enstrümanı bana uzattı. İlk defi orada çaldım.Benim musiki hayatımda ilk ve en büyük etkiyi Hakkı Süha Bey vermiştir.Yani benim musikim de sarı siyahlıdır.
Biz ayrıca her aybaşı Kabataş’ta bir doktorun evinde toplanırdık. O eve çok önemli kişiler gelirdi. Mesela Suphi Ezgi, kemal Emin Bara,Yahya kemal. Fasıl da hakikaten hazmedilmiş olarak icra edilirdi. İlerlememi gören Suphi Bey beni Beykoz’daki evine davet etti ve Pazarları onunla çalışmaya başladım. Böylece bana bir kapı açıldı.
Muhittin Bey vardı meselâ. Kulağı sağır. O zaman şimdiki gibi güzel cihazlar yok. Keçiboynuzu gibi bir şey vardı, onu takardı.
Birisi taksim yapıyorsa dinlerdi ve en ince teferruatına varıncaya kadar “şu makamdan şu makama geçerken pek ısınmadı, soğuk kaçtı” filan diye tenkit ederdi. Acımazdı.
İbnül Emin Mahmut kemal İnal vardı. Ben onu alır, koluna girer tramvayla evine götürürdüm. Bu vazife benimdi. Kendini de öyle bir görürdü ki “Bu kadınlar bana çok kötü bakıyor. Bana nazar değer “diye hayıflanır dururdu. Sonra Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar birçok Üniversite profesörü gelirdi icraları dinlemeye.
"1944-45 senesinde beş arkadaştık, Ercüment, Berker, edebiyat fakültesinden Muharrem (Ergin) hoca, Mustafa Cahit Atasoy ve ben. Önce üniversite korosunu kurduk. Ercüment idare etti başlangıcında. Ama emelimiz konservatuar kurmaktı. Biz ilkokuldayken Atatürk sağdı ve Türk Musikisini çok severdi, ama batı musikisini dinlemekten de zevk alırdı. O yıllarda Batının bütün okullaşmaları gerçekleştirildi, ne yazık ki Türk Musikisi başı boş bırakıldı. Onun yapamadığını yapmayı, bunu bir okul haline getirmeyi istiyorduk.
Böylece 1945’ten itibaren mücadelemiz başladı. Birçok kapı yüzümüze kapandı. Yıllar yılları kovaladı. 27 Mayıs ihtilâli oldu. Bu sefer Belediye Başkanı Albay, Vali general. Onlara gittik, hatta yemekli organizasyon düzenledik, kâr etmedi. En sonunda 1975 senesinde muhatap bulabildik. Okulumuz için “bir yer beğenin” dediler. Nişantaşı’nda ahşap bir bina beğendik. ( II. Abdülhamit’in sadrazamlarından Mehmet Sait Paşa’nın köşkü) “Burası
Konservatuar olur” dedik. Restorasyonunu Milli Eğitim Bakanlığı üstlendi. Ve 1976’da çalışmaya başladık. Tahmin ediyorum ki o konservatuarın en parlak devri o okulda geçmiştir. En iyi talebeler o okulda yetişmiştir.
Şimdi bende de merak uyandırdınız. İleriye atılımlar gerekiyor. “Kellim kellim layenfa”(konuş konuş faydasız) derler Aynı şeyi tekrardan ziyade, eldeki materyallerle ufuk açmak gerekiyor. Ama yaptığınız işe uygun olması lâzım yani sırıtmaması lâzım. Bazı yer yakışır bazı yer yakışmaz. Yakışanını bulup da ortaya çıkarabilmek, bütün mesele bu. Damlaları alıp bir akarsu haline getireceksiniz, akan bir nehir haline getireceksiniz.
Tüm bu konuştuklarımızda İstanbul Erkek Lisesinin payı büyüktür Temelini oradaki hocaların öğrencilerle olan münasebeti ve hissiyatı şekillendirmiştir. Bu süregelen bir kültür. Anlatacağım ne demek istediğimi daha iyi ortaya koyacaktır :
Yeni doktor oldum ve muayenehaneyi açtım. Nedim Mazhar vardı. Fransızca hocası. Bir gün kapı çalındı, baktım Nedim Mazhar elinde bir kitap. “Senin muayenehane açtığını duydum, bende çok eskiden kalma bir güfte kitabı var, onu sana getirdim” dedi. Hangi okulda, hangi hoca talebesine böyle bir yakınlık hisseder, bu ihtiyacı duyar? Bulamazsınız kolay kolay. Üstelik İstanbul Lisesi kaç sene geride kalmış
Mahmut Abra: İşte bu kültür hem size bir şey katıyor hem de kendisinin sürekliliğini sağlıyor. Bunu bize bir kere daha hatırlattınız. İYİ Kİ VARSINIZ.
İstanbul Lisesi’nin yılda dört defa yayınlanan Dergisi - Sarı Siyah Yaz 2011
Hayat ve Ses Dergisi: Şevket Rado 1956 - 1978
Radyonun Sesi: Eşref Ekicigil - 1954
Radyo Haftası: Ragıp Şevki Yeşim- Faik Şenol 1950-58?
Musiki ve Nota: Avni Anıl 1969-72/ 1982-84