ALÂEDDİN YAVAŞÇA
Mustafa Doğan Dikmen
İnsanın ömr-i hayâtında bir kimseye “Veliyy-i ni‛met”im diye hitâb etmesi pek nevâdirdendir.
Üstâd-ı bî-nazîrim; Hocam, Alâeddin Yavaşça için haddimi aşmadan yazabilmemin zorluğunu takdîrlerinize arz ederim. Bu makâle ile; ilgilenen san‛ât severler için ma‛nîdâr bazı hâtırat ve teknik yorumlarımı sunmayı uygun buluyorum.
Kendimi hatırlayabildiğim çağlarımda, dinleyici ve çok meraklı bir çocuk olarak hep Türk Müzik San‛âtının bir yerlerinde bulundum. Hayâlimde gâh bir saz san‛âtkârı, gâh bir ses san‛âtkârı oldum.. Lise sıralarında ise daha programlı; ve istikbâlim için çalışmalara başladığımda, her hevesli mûsıkîşinas namzedi gibi ben de müzik dinlerken dâima seçici oldum. Dinleyerek ders alınacak bazı önemli saz san’âtkârlarından başka, ses san’âtkârı olarak ya Münir Nûreddin Selçuk gibi üzerinde tartışılamayacak bir ustayı, ya da çevremdeki tecrübeli ağabeylerimin tavsiye ettikleri müzisyenleri dinledim. Şimdi anlıyorum ki; Münir Bey başta olmak üzere ben hep aynı tavırdaki ses ve saz san‛âtkârlarını dinlemekle; henüz, fem-i muhsîne erişememiş olmama rağmen Alâeddin Hocamın tavrı üzerine meşk etmişim... Meğer ben, aslında o meşk zincirinden; ve o silsileden nasîbini almış san‛âtkârları dinlemekle, zâten silsilenin bilmeden bir ucundan tutunmuşum... Hangi tavır
üzerine meşk ettiğimin şuûruna ise merhûm üstâdım Bekir Sıdkı Sezgin’i dinleyip tanıdıktan sonra anladım. “Üstâd” da değişik hocalardan meşk etmiş olmasına rağmen, benimseyip emânet olarak taşıdığı ve hizmet ettiği aynı tavrın; Ez-cümle, Alâeddin Yavaşça’nın temâyüz ettiği yıllardan beri kendi şahsına münhasır olarak sürdürdüğü; Tanbûrî İsâk’ın talebesi Sultân III. Selîm Hân’ın ismi ile anılan ekolün temsîlcilerindendi... Bu fikrimle ap-açık iddiâ‛m odur ki; bugün mûsıkîye meraklı gençler, san‛âtseverler ve bazı müzisyenlerin dinledikleri çeşitli radyo emisyonlarında; örnek alınarak, eserler üzerinde ses ve saz san‛âtkârının mütâla‛a yaptıkları; fakîr de dâhil olmak üzere birçok ses san‛âtkârı namzedinin tercîhinde en önemli unsur olan tavır; şâkirdi olabilme şerefine nâil olmakla şükrândan âciz kaldığım, Alâeddin Yavaşça’nın icrâ üslûbudur. Bu üslûb yalnız şarkı söylemekten ibâret olmayıp; geniş mûsıkî târihi bilgisi, edebiyâta yatkınlık ve vukûf; daha önemlisi, başta Münir Nûreddin Selçuk olmakla, zamânının en mûteber; hoca mûsıkîşinaslarından meşk ederek öğrendiği geniş mûsıkî nazariyâtını, icrâsında duyurarak geleneksel Müziğimizin sonraki nesillere intikâlinin en doğru biçimde gerçekleşmesine vesîledir. Özel yaratılmış anatomik yapı ve netîcesindeki güzel ses Allah’ın lûtfudur. Bu konuda yorum yapmak haddimiz olmamakla beraber (Allah muhafaza buyursun) şirktir de... Lâkin; bu gün yoluna râm olunan Üstâdın; muhâtab olduğu haklı övgü ve gönülden sevginin esbâb-ı mûcibesi, hekimlik gibi çok zor bir mesleği icrâ ederken
dahî; kolayca kazanılıverecek şöhret âfâtına kapılmadan zamânını bugün vâkıf olduğu mûsıkî ilmini öğrenmeye vakfederek, bu bilgi ve belgelerin kendisinden sonraki mûsıkîşinaslara teslîm edilmek üzere emânet olduğunun bilincinde; her vesîle ile ışık saçmaktan bir lahza tereddüt etmemesidir. Özellikle eğlence müziği piyasa ortamının çok müsâit olduğu 50 li yıllardaki tâviz vermeyen; ve bir tıbbiye talebesi iken, her gencin kolayca kapılıvereceği hevesleri bir kenara bırakıp, hep muhâfaza ettiği tavrı ile de bugün anlamaya niyeti olanlara müşahhas emsâldir.
Benim de içinde bulunduğum talebelerinin, Alâeddin Yavaşça ile el‛an devâm eden rû-be-rû meşkimiz, 1981 yılında TRT İstanbul Radyosu’na ses sanatçısı olarak girdiğim yıl; stajyer sanatçıların eğitim müfredâtı gereği yapılan üslûp-repertuar dersleri ile başladı. O dersler esnâsında önceden de radyo yayınlarını kesintisiz takip ettiğim ve bulabildiğim her kaydını arşivleyerek devamlı dinlediğim üstâdımın hem beşer olarak, hem de bir mûsıkîşinas hoca olarak insanda hayranlık hissini arttıran mizâcını yakından tanımaya başladım. İlerleyen yıllarda ise tanıdığım; enerjisine, mûsıkî aşkına ve bildiklerini paylaşmaktaki hayret-engîz cömertliğine hayranlığım giderek arttı.
..benim meşkim
Toplu çalışmalarda kullandığı eğitim metodu ile, aslında hep yaşatmaya çalıştığı “gelenekli1 meşk usûlü”nü uyguladığını yıllar sonra fark edebildim.
Türk Mûsıkîsi anâsırının en önemli unsuru olan “usûl” mefhûmu üzerinde tâvizsiz durması; hattâ, usûlü zaman zaman elhândan da önemli tutması ile verdiği ders; talebelerine “Türk Müzik San‛âtı” nın temel taşlarını yerli-yerine yerleştirmeyi göstermiş ve mûsıkî öğrenimlerini sağlam temeller üzerine inşâ etmeleri için önemli bir kapı açmıştır. Bu temel sağlam atıldıktan sonra uyguladığı “baştan tekrar” metodu ile de elhân ve usûlün uyumunu, fazlaca uygulama yaptırarak sağlamlaştırmış; ve eserlerin melodik yapılarındaki hassâsiyeti, uyguladığı eğitim metodu ile, hâfızada daha kalıcı ve detaylı biçimde öğretmiştir. Bugün üzerinde, teferru‛âtlı incelemelerle tesbît edilmiş; ve Devlet Konservatuvarlarında yüksek lisans tezleri yazılmış olan “usûl-vezin” insicâmı; ilişkisi aslında bu tür meşklerde îzâh edilmeksizin öğretilmekte; belki mûsıkînin bu en önemli öğrenim bölümünün temeli atılmaktadır.
Alâeddin Yavaşça’nın çok net anlaşılan tavrı, meşk ettiği hocalarından öğrendiği; gelenekten kopmadan, nev‛î şahsına münhasır bir sentezle tesbît edip ortaya çıkardığı ve kendi adı ile anılan üslûbunun çok güzel bir sesle süslenmiş olması ve bu halde ders yapması da onun çırağı olmak isteyenler için bir şanstır. Derslerde, sanki kendisi bir radyo programı yapıyormuş; veyâ konser veriyormuş gibi kesintisiz söylemek sûreti ile, meşk
1 “Makâlât-ı Mesâ‛l-i Mûsıkî; I. Bölüm, 6’ncı sayfa da dip not olarak açıklanmıştır
esnâsında talebelerine sâdece o günkü dersini değil; genel olarak tavır hakkında da ders vermektedir. Ez-cümle; taleb eden için bu türlü bir meşk; süresinden daha fazla meşk demektir...
Belkıs Aran merhûm; “...- Bir hocanın muhakkak san‛âtına doymuş; kendini aşmış olması gerekir. Aksi halde talebesini kıskanır, önüne geçmesine müsâde etmemek için onu iyi eğitmez. San‛âtta ya bir numara olacaksın ya hiç... Ömrün, önündeki meslektaşını kıskanmakla geçer; kanser illeti gibidir öldürürü insanı...” derdi...
Usta; kendinden emîn bir hânende olmak, hocalık yaparken talebesinin de kendisinden emîn olmasına vesîledir. Alâeddin Hoca, meşk ederken karşısındaki talebeye bu rahatlığı âdetâ sunar.. Meşk edilecek eseri; önce kendisinin tam olarak yorumlaması esnâsında meşkin genelini tanıtarak başlama taktiği, Üstâdımız’ın da Hocalarından eser geçme tarzıdır ki; bu da gelenek olarak Alâeddin hoca tarafından günümüzde canlı tutulmak sûreti ile geleceğe intikâl edecektir. Eserin meşki esnâsındaki detaylarda, sâdece melodik düzeltmeler değil; makâmat, perde basma hassâsiyeti, mûsıkî edebiyâtı gibi bütün bu anâsırın, usûl ile icrâsı öğretilir. Bu meşklerin sonunda; vezin ve usûl ilişkisinin, Türk mûsıkîsinde “yorum” dediğimiz müzik hareketini doğurduğu açıkça söylenmese bile, uygulamalarla ve uygulamalardaki en bâriz örnek melodiler üzerinde mütemâdiyen çalışılmak sûreti ile belli edilir ve gelenekli icrâ üslûbu şâkirdin
hâfızasına âdetâ yazılır. Alâeddin Hoca’mın eğitim metodu, çok tekrar üzerine kurulmuştur. Kendisinin bitmek-tükenmek bilmeyen enerjisi ve tabîatındaki eser söyleme; yorumlama aşkı, bu meyanda âdetâ; kendisine meşk için yaptığı derslerinde talebeleri için bulunmaz bir fırsattır.
1981 yılında İstanbul Radyosu’nda bu dersleri gördüğümüz zamanlarda, terk-i edep ettiğimin bile farkına varmadan her dersin sonunda Hoca’ya en az 10 eserlik bir liste verir; bunların notalarını isterdim. Bu eserler o zamanlar tâkib ettiğim, yayın saatleri belli olan neşriyâtlardan tesbît ile; fakat notasına ulaşma imkânım olmayan eserlerdi... Hoca, kendine has babayânî gülüşü ile listeyi alır, ertesi hafta eksiksiz getirirdi. Notalardan bazıları orijinal el yazması olurdu ki bunları kopya edip geri getirmemi isterdi. Bu durumun, nota koleksiyoneri mûsıkîşinaslar için ne anlam ifâde ettiğini takdîrlerinize arz ediyorum... Sonra Radyodan beraber çıkar Cumhûriyet Caddesi boyunca Vâlikonağı Caddesi girişine kadar yürürdük. Sonra Hoca Vişnezade’ye; fakir de o yıllarda kaldığım Tepebaşı-Aynalıçeşme sokağındaki bekâr evime giderdim. Radyoda iki saatten fazla, durmaksızın ders yapmış olan Hoca; Hastaneden omuzlarına çöreklenmiş; en tâze hâli ile durduğunu bizim görebildiğimiz, lâkin kendisinin fark etmediği; belki de fark etmek istemediği yorgunluğunu hiç umursamadan neş‛e ile gülerken, enerjisi ile de talebelerine canlılık kazandıran hâli ile nasıl bu kadar dinç ve öğretme aşkı ile doluydu??...
Aslında Hoca’nın adımları ile on dakikalık mesafe, Radyodaki dersten sonra, akşam karanlığında yolda da devam eden meşk yüzünden yarım saati bulurdu. Bu meşkler için benim bir konu tesbît edip de suâl sormama gerek yoktu. Ben sâdece Hoca ile yürümeye tâlib olurdum gerisini Hoca tamamlar ve ayaküstü meşk başlardı...
Bizzat meşk etmiş olduğu hocaları; Münir Nûreddin Bey’den, Zeki Arif Bey’den, Fehmi Tokay’dan, Nûri Halil Poyraz veyâ Nebiloğlu İsmâil Hakkı Bey’den; bâzen Sâdeddin Kaynak’tan hem eser okur; ta‛rif eder, bâzen de bu eserlerle ilgili teknik bilgileri ya da varsa hikâyelerini anlatırdı. Her zaman tanıdığı bestekârlar değil elbette; çoğu zaman da kendi meşk etmiş olduğu; veya Radyodaki derste meşk edilen klasik eserlerin değişik versiyonlarından bahisle, yanımızdan geçenlere aldırmadan eseri baştan sona okurdu. “Müştâk-ı cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ, Dede’nin sûz-nâk bestesi” nin meydan fasıllarında okunan tarzını yürürken yaptığımız bu meşklerde öğrenmiştim... Yol ayrımındaki Askeri Müze’nin giriş kapısına gelindiğinde, henüz bitmemiş ders yarım bırakılmaz; ayaküstü oracıkta tamamlandıktan sonra vedâlaşılırdı.
Alâeddin Yavaşca’nın yaşındaki ve sosyal statüsündeki bir san‛âtkârın bu samîmî sohbetleri yaptığı bendeniz; kimdim, ne idim?...
...Devletin başına hoca olarak tâyin ettiği, ondan geçerli not
almakla yükümlü, bir-kaç ay önce tanıdığı yirmili yaşlarında genç bir talebe sadece...
Yazımın başında da arz etmiştim ya; burası tam yeri tekrar zikretmek gerek; İnsân ya babasına, ya da eline ekmek verene “Veliyy-i ni‛metim” der... Ben bunu söylerken hangi vasfını seçmeliyim karar veremedim. Bu sebeple her ikisini de şerefle sâhipleniyorum.
1981 yılında başlayan meşkim, özel olarak vuku‛ bulmasa bile Hoca’nın Radyodaki şefliğinde; özellikle “Klasik Erkekler Korosu” icrâları ve tâkib ettiğim solo neşriyâtlarında devâm etti. Zaman zaman özel mûsıkî mesâ‛ilimiz için yaptığımız sohbetler ve meşkler de var elbette, fakat; 1996-1998 yılları arasında Devlethânede her ayın son Pazar günü yapılan, aralıksız yaklaşık iki buçuk yıl süren meşkler vardı ki; bu meşkleri târihe kaydetmek gerekir.
Hoca’nın önceden hazırladığı, her biri ayrı bir ders niteliğinde eserleri toplu olarak kendisini dinleyen talebelerine okuması ve sesli kayıt altına alınmasına müsâdeleri ile yapılan meşkler; 1950 li yıllardaki Dr.Hakkı Sühâ Gezgin, İbnü‛lemin Mahmud Kemâl ve devâmında Câhit Gözkan’ın evlerinde yapılan meşklerin başka bir versiyonu niteliğinde idi. Fark; Alâeddin Yavaşca’nın öğretme aşkı ile ödev vermeden, suâl sormadan bütün meşki; tâbiri câizse, kendi omuzlarında taşıması ve hazır halde talebelerinin istifâdesine sunması idi. Kıymetinin bilinip bilinmediği hakkındaki tereddüdümü teessürle yazmak zorundayım; lâkin, bu
meşkler sonradan öyle ünlendi ve özlenir oldu ki; o zamanlarda bu meşklerden haberi olmayanlar ve bırakınız Devlethânede bulunmak; hasbe‛l tesâdüf, Vişnezâde; 19 Nisan 2007 târihi îtibârı ile “Prof. Alâeddin Yavaşca Sokağı”ndan bile geçmeyen bir çok zevât, bu meşklerde bulunmuş gibi sohbet edip öğündü ; sâhip çıktı. Buna sevinmeli mi kızmalı mı ben de bilemedim doğrusu...
Alâeddin Yavaşça’dan bahsetmek benim için çok kolay değil. Zîrâ, hangi konuyu düşünsem, bir cilt kitap dolusu yazmak gelir içimden.. Ve bahsedilecek o kadar çok mevzu‛; o kadar çok hâtırat ve Hoca’nın o kadar çok husûsiyeti var ki... Târihî; ve mûsıkî tarihine dâir birçok kaynakta bulabileceğiniz bilgileri vermeyeceğim. Fakat hakkındaki yazımı; Hoca’nın başka mûsıkîşinaslarda bulunmayan bazı teknik özelliklerinden, en önemli gördüğüm iki husûsiyetini ayrı başlıklar üzerine yazarak bitireceğim.
...bestekâr
Hudâî-nâbit bir husûsiyet olan bestekârlık; özellikle bir hânendeye, hem yorum yaparken hem de irticâlî formları icrâ ederken çok geniş bir hareket kâbiliyyeti kazandırır. Bir saz sanatçısı zaten tekniğini elhân ile çalışır. Bu sebeple melodi üretmeye ta‛limlidir. Fakat ses sanatçısı, eğer bestekârlığa meyli varsa; gazel, kasîde gibi irticâli formlar üzerine de çalışır ki, bu hem ses kullanma tekniği üzerine bir ta‛limdir, hem de melodi üretmek ve bu üretilen melodilerle Türk Müzik San‛âtının en
önemli özelliklerinden, melodik süslemelerin ve teknik olarak heterefoninin2 doğurulmasına; bilinçli ve tavır gereği yapılmasına imkân sağlar. Aksi takdîrde yapılan süslemeler, diğer icrâcılardan duyduklarını taklidden öteye geçemeyeceği gibi; ve özellikle mûsıkîde “fem-i muhsin” denilen, iyi bir ağızdan meşk etmemiş ise, bir müddet sonra hânendenin kendinden bir şeyler yapmak istemesi netîcesinde icrâ üslûbunda tahrifâta sebep olacak tavır bozukluklarına yol açabilir. Bugün Mûsıkî San‛âtımızda bu tür bozulmaların en bâriz; ve toplumu derinden etkileyen örneklerini üzülerek ve çaresizlikle dinlemekteyiz. Türk Müzik San‛âtının ve genel olarak kültürümüzün temâdîsini menfî etkileyen bu şartlar altında, Üstâdımızın varlığı ve her vesîle ile icrâ-i san‛ât yapıyor olmasının ne kadar önemli olduğunu takdîrden âciziz.
Alâeddin Yavaşça’nın bestekârlığı; meşk etmiş olduğu hocalarının çok önemli bestekârlar olması sebebi ile gelenekliliğin devâmına imkân verecek yüksek mertebede ve zevktedir. Bir bestekâr olarak, Türk Müzik San‛âtına dâir en karmaşık yapıdaki formlardan en basit fantezilere kadar hemen her formda eser
2 Heterefoni: Yakınlık ve uygunluk bulunmayan seslerin üst üste gelişi; Bu müzik hareketi, Türk Müzik San‛âtının icrâ yapısında mevcûd olup, hem sâzende-gân hem de hânende-gân tarafından üslûbu gereği kullanılagelmektedir. Notalarda yazmayan bu tür süslemelerin ayrı ayrı sazlar veyâ sesler tarafından uygulanması makâmâtı ve usûlü iyi bilmeyi gerektirir..
yazmış; fakat hiç birinde gelenekli müzik tarzı ve nazarî yapısı ile, teknik olarak eser şemalarına aykırı bir örnek bestelememiştir. Pek tabîîdir ki; özellikle şarkı formunda yazdığı bazı eserlerindeki tavır benzerliği bakımından, hocalarından; bestekârlık tarzı hemen ayırt edilebilen, Sâdeddin Kaynak ve Zeki Ârif Ataergin’in üslûbu çok belirgindir. Ayrıca Münir Nûreddin Selçuk, Nûri Halil Poyraz, Fehmi Tokay ve İsmâil Hakkı Nebiloğlu gibi ustaların da etkisinde kaldığı eserleri vardır. Bu da, bir geleneğin ve özel tavırların saklanıp korunması; geleceğe intikâl ettirilmesi için elzemdir. Ve bu bestekârlık husûsiyeti ile Hoca, ses san‛âtkârlığında velûd bir hânende olarak mûsıkîdeki “icrâda süsleme üslûbu” nu şâhikasına çıkarmış; özel ses çıkarma tekniği neticesinde uyguladığı müzik cümleleri ile, ile‛l-ebed isminin yazılı bulunacağı mûsıkî tarihindeki yerini henüz genç yaşlarında almıştır.
...üslûp
Mûsıkî âleminde, temâyüz ettiği gençlik yıllarında, Münir Nûreddin Selçuk gibi bir ses ustasının varlığı ve O’na yakın olması kendisi için bulunmaz bir ni‛met olmuştur. Alâeddin Yavaşça, bu şansı iyi değerlendiren sanatçıların en başında gelir. Münir Bey’i boş yere taklîdden ibâret kalmamakla beraber, diğer tavır sâhibi mûsıkîşinaslardan da; ki, bunların en başında Zeki Ârif Ataergin gelmektedir; istifâde ile kendisine mahsûs bir tavır ihtirâ‛ etmiştir. Bu tavır kendisinden önce duyulmadığı gibi,
kendisinden sonra da, başta büyük usta Bekir Sıdkı Sezgin olmak üzere birçok ses sanatçısı tarafından benimsenerek; ve günümüzde de kullanılarak geleceğe intikâl edeceğini daha ilk meydana çıktığı zamanlarda tescîl ettirmiştir.
Alâeddin Yavaşça, Sâdeddin Kaynak başta olmak üzere devrin önemli hâfız; tekke müntesîbi olmakla geleneksel tekke tavrına hâkim ve dînî mûsıkîyi bilen mûsıkîşinaslarla gerek dostluk; gerekse hoca –talebe ilişkisi ile ünsiyyet kurarak, kendisi hâfız olmamasına rağmen, söyleyişindeki gelenekli icrâ üslûbunun temellerini bilinçli atmıştır. Bugün, kaydedilmiş icrâlarında duyulan; fakat zamâna ve okuduğu forma göre şekillendirdiği “goy-goy”, bu üslûba en müşahhas emsâldir. Özelliklle XVIII. asır ve öncesinde bestelenmiş eserlere dâir icrâlarında net duyulan bu üslûbun, 20’nci ve 21’nci ;yüzyıl şarkı formunda da hissediliyor olması çok önemlidir. Bundan başka çeşitli nüansları, nota hârici yaptığı; icrâ edilen forma ve elhânın tümüne aykırı olmayacak süsleme melodiler, ayrıca sesini şahsına münhasır “kafa sesi” ta‛bir edilen tarzda; yerinde uygulanan portamento ve glisando ile kullanması; bütün bu müzik hareketlerini gelenekli icrâ üslûbunu muhâfaza ederek yapması, Alâeddin Yavaşca’ya has özelliklerdir.
Münir Bey’den sonra Alâeddin Yavaşca’nın eser icrâ üslûbunda etkili olan en önemli Hocası kuşkusuz Zeki Ârif Bey dir. Uzunca bir dönem bestekârlık tarzını da etkileyen Zeki Ârif Ataergin, Alâeddin Yavaşça’nın müzik felsefesinin oluşmasında da etkili
olmuştur. Müzik, sadece çalma-söyleme san‛âtından ibâret değildir. İşte; bu ‛ilmi öğrenip icrâ etmek ve taleb edenlere öğretmekteki hüneri, üstâd-ı bî-nazîm Alâeddin Yavaşça’ya ilâhî bir lütûf olarak böylece ihsân edilmiş; bu emânet kendisi tarafından halel düşürmeksizin taşınmış ve geleceğe intikâl ettirilmesi ile de misyon yerine getirilmiştir. Ve‛l-hâsıl-ı kelâm; Huzûr-ı İlâhîdeki ma‛lûm suâlin cevâbı hazırdır.
...ez-cümle
Biz; şâkirdi olmaya tenezzülen kabûl buyurduğu talebelerinin en büyük arzûsu ise, telefondaki sesi yaşadığımız sürece duyabilmektir; “...oğlum nasılsın…özledik yâ hû...”
Alaturkarecords; Kebikeç için güncellenen bu makâle daha önce “..Oğlum, nasılsın; özledik yâ Hû..” başlığı ile yayımlanmıştır.
Alâediin Yavaşça, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, anma ve armağan kitapları dizisi, s. 145-149, Ankara - 2011