Bir Konservatuar Hatırası
Hakan Talu
Hep merak etmişimdir, acaba Nişantaşı’nda alt katı yığma taş, üstteki iki katı ise ahşap olan binayı inşa edenler fazla değil yetmiş, yetmiş beş sene sonra odalarında Hafız Post’un, Dellâlzâde’nin, Şâkir Ağa’nın bestelerinin okunacağını, tanbur, ud ve kanunların çalınıp, neylerin üfleneceğini, kudüm darpları ile beraber Nasır Dede’nin Acembuselik ayinin seslerinin duvarlarda yankılanacağını veya üç çocuğun üst kattaki tahtaların arasına düşen saatlerini bulmak için kâğıtları yakıp zemin boşluğuna bakmak istemeleri ile örümcek ağlarının tutuşup bütün binanın alev alev yanacağını düşünmüşlermi? Hiç sanmıyorum, ama bu da eşyanın kaderi idi.
Sultan Hamid’in sadrazamlarından Sait Paşa’nında oturduğu rivayet edilen bu 160 kapı numaralı köşkle ev arasındaki mekân benim okuduğum konservatuardı. 3.Mart.1976’da Türk Müziği Devlet Konservatuarı adıyla açılmış, bir başka deyişle cumhuriyet ilânından elli üç sene sonra nihayet kendi müziğine sahip çıkmıştı.
Konservatuar 1982 yılında İTÜ’ye bağlanmış 1987 de idari ve orta öğretim Nişantaşı’nda kalarak, diğer bölümler Maçka’ya taşınmış ancak 12 Mayıs 1988 deki büyük yangının ardından bu tarihi binadaki Türk Müziği macerası son bulmuştu.
Haydarpaşa lisesini bitirdikten sonra konservatuar imtihanını
ÖZDAL ORHON
kazanmam ve müzik tahsiline başlamam bir hayli maceralı olmuştu. Liseden hemen sonra vaktimi boş geçirmemek için bir aile dostumuzun ön ayak olmasıyla Mustafa Cahit Atasoy’un Karaköy Perşembe Pazarı Kalafat yerindeki yazıhanesinde çalışmaya başlamıştım. Kendi değimi ile sanayicilik yapan Cahit Bey İktisat Fakültesinin yanında Belediye Konservatuarınıda bitirmişti. Hüseyin Sadettin Arel’in öğrencilerindendi, konservatuar kurucu üyesi ve Türk müziği solfej, nazariyat hocasıydı.
Onsekiz yaşındayım, müzikle uğraşmak, müziği meslek olarak yapmak ve özellikle de Tanbur çalmak istiyordum. Bununda tek yolu konservatuardı. Evde ve yazıhanede bütün gün radyo açıktı, klâsik koro, solistler geçidi, solo şarkılar gibi programlarının saatlerini ezberlemiştim. Bilhassa onüç onbeşte başlayan saz eserlerini hiç kaçırmıyor ve okuyuş tavrını daha hiç müzik bilmeden sevdiğim Özdal Orhon’dan şarkıları sabırsızlıkla bekliyordum. Cahit Beyin telefonda veya yazıhaneye gelen arkadaşlarıyla yaptığı müzik sohbetlerini ise anlamadığım halde büyük bir dikkatle dinliyordum.
Bu arada yazıhanedeki ilk yılımda işleri de iyice öğrenmiştim. Banka, çek, senet, fatura, müşteriler derken zaman hızla geçmişti.
1979 yılı haziranında gününü tam olarak hatırlayamadığım sıcak bir öğlenden sonrası Nişantaşı’ndaki konservatuarının bahçesindeki banklardan birinin üzerinde oturuyordum. Sonunda hayallerimdeki imtihanına girecektim. Bahçede büyük
bir kalabalık, herkes bir şeyler okuyor, saz çalıyor, usul vuruyor veya imtihanda kendilerine yardımcı olacak tanıdık birilerini arıyordu. Birkaç basamak merdivenle çıkılan ana kapının önünde elinde imtahana gireceklerin listesini tutan görevli adımı ve numaramı okumuş, korkak adımlarla merdivenleri çıkmış ahşap binaya girmiş daha sonra imtahanın yapıldığı büyük bir odadan içeriye dudaklarımda besmele ile adım atmıştım.
Yay şeklindeki masanın ortasında jüri başkanı olarak okulun kurucularından Ercüment Berker oturuyordu. Ercüment beyin sağ tarafında Mustafa Cahit Bey, solunda ise o zamanlar Mehter Müziği hakkında araştırmalar yapan Haydar Sanal vardı. Yani Arel ekolünün üç temsilcisi imtahanın ağır toplarıydı. Onların yanlarında ise ileride isimlerini öğreneceğim hocalar sıralanmıştı.
Konservatuarın batı müziği öğretim üyesi aynı zamanda İstanbul Radyosunda tonmaysterlik yapan Rafet hoca cam kenarındaki piyanoda bazı tuşlara basmış ve benim bunları tekrar etmemi istemişti, ardında Haydar Bey elindeki kalemle masaya değişik ritimleri vurmuştu. Bende aynısını yapmış ve teşekkür ederek korkarak girdiğim odadan yine korkarak çıkmıştım. Bütün imtahan bu kadardı, ne bir başka soru nede bir konuşma vardı.
Ertesi sabah Perşembe pazarındaki yazıhanedeydim. Cahit Bey yüzü asık bir şekilde içeriye girip daha benim bir şey söylememe fırsat kalmadan olmadı demişti. Seslerin yanlıştı, ritmi vuramadın. Benim üzüldüğümü görünce de istersen seneye
MUSTAFA CAHİT ATASOY
tekrar girersin, ben seni çalıştırırım diye de ilave etmişti. Söyleyecek bir sözüm yoktu, hayırlısı Allah’tandı. Anlaşılan bir yıl daha burada çalışmaya devam edecektim.
Ama bu sefer durum farklıydı, işi iyice öğrenmişim. Eminönü, Tahtakale, Kapalıçarşı, Sultanahmet, Fatih, gibi İstanbul’un eski semtlerindeki müşterilere gidip geliyordum.
İnsan ilişkilerim, konuşmam, oturup kalkmam yaşıma göre daha olgunlaşmıştı, bu arada İstanbul’u da keşfediyordum. Eminönü’ndeki müşterilere giderken Galata köprüsünü yürümek yerine Perşembe pazarından iki kişilik kayıklara binip Mimar Sinan’ın Süleymaniye’sini seyrederek Haliç’in karşı kıyısına geçmek en büyük zevkimdi. Eğer hava birazda pusluysa manzara muhteşem oluyordu. Tahtakale’nin dar, kalabalık sokaklarında, Eyüp’te, Mısır Çarşısında gezmek, Zeyrek’te çay içmek ise halâ vazgeçemediğim keyiflerdi.
Bazen Cahit Bey beni Sahaflardaki Ekrem Karadeniz’in kitapçı dükkânındaki sohbetlere götürüyor bazende Fatihte oturan ve ileriki yıllarda Mevlevi Şeyhi olarak Sema törenlerine çıkan Necdet Tanlak’ın evindeki Mevlevi Ayini meşklerine katılıyorduk. Bir ara Üsküdar Musıkî Cemiyetine gitmeye niyetlendim, belki bir şeyler öğrenebilirim diye düşündüm. İlk derste Tanbur çalmak istediğimi söyledim ama onlar şarkı öğretmek isteyince cemiyet sevdasından vazgeçtim.
Bütün içtenliğimle söyleyebilirimki 2002 yılında vefat eden Mustafa Cahit Bey iyilik timsali bir insandı. Çok yumuşak kalpli,
HÜSEYİN SADETTİN AREL
insanları kırmayan ve elinden geldiği kadar yardım etmeye çalışan bir kişiliğe sahipti. Her zaman Hüseyin Sadettin Arel’in talebesi olmasını ve onun özel meclislerinde bulunmasını iftiharla anlatırdı.
Aslında sadece Cahit Bey değil, benim tanıdığım Arel’in bütün talebeleri aynı duyguları taşıyorlardı ve onlar için gelmiş geçmiş en önemli müzisyen Hüseyin Sadettin beydi. Cahit Bey gibi Ercüment Berker, Haydar Sanal, ileriki yıllarda radyoda beraber Tanbur çalacağım Laika Karabey ve diğer Arel ekolü müntesipleri her nedense onu yere göğe sığdıramazlardı. Bilemiyorum bu belki Arel’in kuvvetli kişiliği ile ilgili bir konuydu. Onun besteciliği için ulaşılamaz, gelecek yüzyılın Türk müziği eserlerini yazmıştır gibi ifadeler kullanıyorlardı.
Yakından tanıdığım ve samimiyetlerine inandığım bu insanlar acaba hocalarına karşı duydukları saygıdan mı böyle konuşuyorlardı veya dedikleri gibi Arel muhteşem bir müzisyendi de biz bunun farkındamı değilmiydik. Kimileri onun için bilgin veya müzikolog, kimleri de müzik tarihçisi demiş hatta bu sıfatların hepsini birden kulanlar olmuştu.
Bu konuları tartışmak istemem ama sanırım Arel’in ulaşılmaz besteciliği biraz fazla abartılıydı. Şu kadar yıllık radyo hayatımda ve yüzlerce özel konserde Arel’in eserlerini ancak bir ya da iki defa çalmışımdır. Bu kadar iyi bir besteci ise neden eserleri icra edilmez, halk mı anlamıyor veya dedikleri gibi gelecek nesillere mi hitap ediyor bilemiyorum. Bizim camiada anlatılır, bir gün
ERCÜMENT BERKERL
Arel bestelediği bazı Mevlevi Ayinlerini Yenikapı Mevlevihanesi son şeyhi Abdülbâki Baykara’ya gösterip fikirlerini sormuş. Dede’nin cevabı ise gayet kısa ve net olmuş, siz ayinlerin üzerindeki sikke, hırkayı çıkartıp onlara frank giydirip, kravat takmışsınız.
Aradan bir yıl geçmişti. 1980 yılının Haziran ayı gelmişti. Yine konservatuarın bahçesinde numaramın okunmasını ve imtahana girmeyi bekliyordum. Bahçe aynı geçen seneki gibi tıklım tıklım, herkes müzik hakkında bir şeyler konuşuyor, birbirlerine makamları, usulleri tarif ediyolardı. Sabah jürideki hocaları okula girerken görmüş ve heyecanlanmıştım, kalbim çarpıyor, ellerim terliyor bir köşede sigara içiyordum. Allahım, ne kadar zordu bu imtahan.
Geçen yılki aynı sınıfta ve aynı masada her zamanki şık haliyle jüri başkanı olarak yine Ercüment Bey oturuyor, diğer hocalar onun sağında ve solunda sıralanıyordu. Ancak bu sefer piyanonun taburesinde bir sene öncesinden farklı olarak zayıf, uzun boylu, açık alınlı, beyaz bıyıklı ilk görüşte insana samimiyet hissi uyandıran başka bir kişi vardı. İmtahan başlamış Haydar Bey masaya kurşun kalemle ritimleri vurmuş, ben bunları tekrar etmiş ve piyanodan verilen akorları “a” harfiyle seslendirmiştim.
Hocalar birbirlerine bakmışlar, bazıları başlarını sağa sola sallamışlar, bazıları anlamsızca birbirlerine tebessüm etmiş ve sınıfı yine bir önceki imtahandaki gibi olumsuz bir sessizlik sarmıştı.
Tabiî ki anlamıştım, herkesin bir tanıdığı vardı ve o yıllarda ahbap ilişkisi giriş imtahanında bayağı önemli rol oynuyordu. Aslında bir şeyler söylemesi için Cahit Beye bakabilirdim neticede iki yıldan beri onun yanında çalışıyordum ama bu da benim yapıma göre değildi. Tam bu iş bitti diye düşünürken sonradan adının Demirhan Altuğ olduğunu öğrendiğim piyanonun başındaki bey konuşmuştu.
Hakan nerelisin, Üsküdarlıyım cevabımın ardından, onu sormuyorum ailen nereden geliyor demişti. Çerkesmişiz, Kafkasya’dan gelmişiz cevabıma bende Çerkesim, bak kan çekiyor görüyormusun, şimdi ağzımla bazı sesler vereceğim onları tekrarlarmısın diye beni cesaretlendirmiş ve sesleri tekrarlamamdan sonra jüriye dönüp işte çocuk sesleri duyuyor, tamamdır belliki heyecanlanıyor şeklinde konuşmuş ve karşılıklı teşekkürden sonra sınıftan çıktım.
O sene imtihana bayağı başvuru vardı, sınavlar iki gün sürmüştü. İkinci günün akşamüzeri okulun beyaz tahta kapısı üzerine dört dosya kâğıdında sonuçlar asılmıştı. İlk üç sayfada imtahanı kazananlar, dördüncüde ise yedekler vardı ve benim adım yedeklerin olduğu listede idi. İdarede çalışanlara yedeklerin durumu ne olacak diye sorduğumda üç gün sonra belli olur cevabını almıştım.
Üçüncü günün sabahı okula gittiğimde sırf yedeklerden oluşan yeni bir sınıf açtıklarını ve kayıt yaptırabileceğimi öğrendiğimde konservatuarın Temel Bilimler bölümüne girmiş, hangi sazı
seçmek istediğimi yazan kâğıdın üzerine Tanbur’u işaretlemiştim.