BUHURİZADE MUSTAFA ITRİ
Dr. Aylin Şengün Taşçı
Buhurizade Mustafa Itrî Efendi. Türk Musikisi ve Osmanlı tarihine aşina olmayanlar için telaffuzu da algılaması da ne kadar zor bir isim değil mi? Ama Klasik Batı Müziği’nde bir Johann Sebastian Bach neyse, Klasik Türk Müziği’nde de Buhurizade Mustafa Itri Efendi odur, diye bir kıyaslamayla söze başlarsam, dinleyenler, musiki tarihimiz açısından ne kadar önemli bir şahsiyetten bahsettiğimi daha iyi anlarlar eminim. Farklı bir disiplinden örnek vermek gerekirse de mimaride Sinan neyse, müzikte Itri o diyebiliriz. Klasik Türk Musikisi’nin en büyük bestekârı demek pek yeterli değil onun için. Eserleriyle bir çığır açmış, Klasik Türk Müziği’nin kurucusu olmuş demek daha iyi bir anlatım olur. Çağdaşları onu Türk Müziği’nin günümüze gelebilen ilk sözlü eserlerinin sahibi ve büyük müzikolog Abdülkadir Meragî’den sonra gelen en büyük bestekâr olarak nitelendirmişler. Ama bugün genç nesil onu pek yakından tanımıyor. Liselerde Türk Müziği’ni tanıtmak amacıyla verdiğim seminerlerde Itrî adını duyanları öğrenmek istediğimde, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayılarla karşılaştım ne yazık. Umuyorum ki, burada anlatacaklarım zamanın sonsuzluğu içinde özelikle ulaşmayı arzu ettiğim yeni nesillere, bu büyük bestekârımızı birazcık olsun tanıtmak konusunda faydalı olur. Aslında Buhurizade Itri Efendi’ye bu kadar yabancı olmamak gerekirdi, hem toplumun her kesimine mal olmuş eserlerinden
dolayı, hem de bugün kullandığımız yüz liraların arkasında yer alan isim ve figüründen dolayı. Biraz dikkatsiz ve meraksız mıyız toplum olarak, ne dersiniz? Üstüne üstlük ölümünün 300. Yılı olan 2012’nin UNESCO tarafından Itrî yılı ilan edilmiş olmasının da çok yansıması olmadı geniş kitleler üzerinde maalesef. Oysa UNESCO tüm dünyada böyle büyük bir bestekârın varlığı ve eserleri konusunda bir farkındalık oluşturmanın adımını atmıştı 2012’de.
Neyse, ben de bu farkındalığa yönelik olarak, çorbada tuzum bulunması misali, bu küçük videoyla konuya müdahil olayım istedim. Sürç-i lisan edersem affola.
Kısaca Itrî dediğimiz bestekârımız İstanbul doğumlu. Bugün Panorama 1453 Tarih Müzesi, Eski Kozlu Mezarlığı, Silivrikapı Buz Pisti ve Spor Tesisi ile Kredi ve Yurtlar Kurumu İstanbul İl Müdürlüğü tarafından çevrelenen Fatih ilçesinin Mevlanakapı semtinde, Yaylak denen yerde doğmuş. Bugün Mevlanakapı semtinde, Devirhan Sokağı kesen Yaylak adlı bir sokak var ama doğduğu yer o sokakta mıydı bilinmiyor tabii. Doğum tarihi belli değil. Değerli müzikologlarımızdan Suphi Ezgi 1630’da, Rauf Yekta Bey 1640’da doğduğunu tahmin ediyor sadece. Anne ve baba adı da belli değil. Ama aile adı Buhurizade. Ne demek Buhurizade? Zade Osmanlıca’da oğlu anlamına geldiğine göre ve Buhur ile Zade arasındaki î harfi de –ci –cu takısı olarak kullanıldığına göre Buhurcunun oğlu diye ifade etmek mümkün. Buhur güzel koku anlamına geldiğine göre bestekârımızın babası ya da atalarından birinin bu konuyla ilgili bir mesleği olduğu
düşünülebilir. Evliya Çelebi yazılarında Hanende Buhurîzade Hafız’dan bahsetmiş. Bu zâtın hünkar hanendesi ve ünlü bir bestekar olduğunu söylemiş. Tarihçi, müzikolog, yazar Yılmaz Öztuna’ya göre bu kişinin Itrî’nin babası olma ihtimali var.
Asıl adı Mustafa olan bestekârımıza Itrî denmesinin ise, onun güzel kokulu, diğer bir ifadeyle ıtırlı bitkiler yetiştirme merakından kaynaklandığı söyleniyor.
Kaynaklara göre devrinin en mükemmel eğitimini görmüş. Arapça ve Farsça biliyor. Edebiyat alanında çok iyi. Ayrıca iyi bir talik hattatı. O da ne derseniz, şöyle açıklamaya çalışayım. Harflerinin geniş kavisli ve asılmış gibi görünmesinden dolayı asılmak anlamındaki talik kelimesiyle ifade edilen bir hat türünü yazma konusunda uzman olan kişi. Talik hattatlar daha çok hükümdarın ve dini merkezlerin emrinde çalışmışlar. Bu yazı süratli yazıldığı için bilinen şekil ve ölçülerin dışına çıkılmış, birleşmeyen harfler de birbirine bağlanmış, Arap harflerindeki nokta ve harekeler yer yer kullanılmamış. Ayrıca yazı sonları kıvrılarak yukarıya doğru yükselmiş. Anlayacağınız okuması hayli zor. İşte Itrî bu talik hat konusunda uzman olmuş bir hat sanatçısı aynı zamanda. Hat ve Edebiyat hocası Siyahî Ahmed Efendi. Siyah ırktan olduğu için Siyahî adıyla anılan Ahmed Efendi devrinin en başarılı hattatlarından. Hem de şair. Sanatındaki ustalığından dolayı devrinin imâd’ı yani direği olarak nitelendirilmiş. İşte Itrî’yi böyle bir isim edebiyat ve hat konusunda söz sahibi yapmış. Müzik hocaları ise tam olarak belli değil. Ancak diğer bir büyük
bestekârımız Hafız Post’un bunlar arasında yer aldığı kesin. Itrî ile yakınlığını kaynaklar net olarak ortaya koyuyor.
Sözgelişi Itrî Hafız Post’un güfte mecmuasına ekler yazmış. Bu çok iyi bir şey, çünkü böylece yazıları kaynaklara geçebilmiş. Hatta Hafız Post’un ölümü üzerine tarih düşürmüş Itrî. Ne demek tarih düşürmek derseniz, Ebced hesabı dediğimiz sisteme göre, Arap alfabesindeki harflerin her birine verilen rakamsal değerleri kullanacak şekilde oluşturulan mısra ya da beyitlerle bir olayın, sözgelişi bir ölümün hem şiirsel olarak ifade edilmesi, hem de o şiirin içine, harflerin rakamsal değerlerinin toplamından ortaya çıkacak şekilde bir tarihin gizlenmesi diyebiliriz. Itrî de Hafız Post için
Hafız, hacı, imamzade Mehmet
Doğrusu o ki musiki ilminde çok beceri sahibiydi
ifadesini kullanarak 1694 yılına işaret etmiş. Itrî Hafız Post’tan sonra 18 yıl daha yaşamış. Aralarında 5 ila 8 yaş olduğu biliniyor. Bazı kaynaklarda kimin hoca kimin öğrenci olduğu belli değil, diyenler de var. Ancak her ikisinin de dönemin ünlü bestekârları Koca Osman ve Derviş Ömer’den yararlandıkları biliniyor. Ayrıca Itrî’nin hocaları arasında Nasrullah Vâkıf Halhalî ve Küçük İmam Mehmed Efendi isimleri de geçiyor.
Itrî’nin tarih düşürdüğü mısralarından da anlaşıldığına göre kendisi aynı zamanda şair. Çok başarılı, anlaşılır manzumeleri var. Şuarâ tezkirelerinde yani şairlerin eserlerini ve biyografilerini anlatan kaynaklarda ve güfte mecmualarında Itrî’nin, hazreti
peygamberi öven şiir anlamına gelen na’tları var. Güzellikten, aşktan, içkiden, eğlenceden söz eden Divan edebiyatı türü olan gazelleri de var. İsimler üzerine düzenlenen manzum bilmece anlamına gelen muamma türünde eserleri var. Başka bir şairin yazdığı her beyitin üstüne üçer mısra ekleyerek oluşturduğu tahmîs adı verilen türde şiirleri var. Yine başka bir şairin şiirine aynı kafiye ve redifi kullanmak suretiyle yazdığı nazîreleri var. Tarih ve kıta türünde eserleri var. Ayrıca hece vezniyle yazdığı türküleri de var. Ama türkü ve şarkılarından zamanımıza gelen olmamış.
Tahmis ve nazireleri, özellikle yakın arkadaşı olduğu bilinen şair Nabî’nin eserleri üzerine yazmış. Buna karşılık sözleri Nabi’ye ait olan ve günümüze gelen tek eseri Isfahan makamında ve Zencir usulünde bestelediği “Gel ey nesim-i saba hatt-ı yardan ne haber” mısrasıyla başlayan bestesi. Nabî’nin Itrî’nin şairliği üzerinde etkisi olduğu düşünülüyor.
Öte yandan Sâlim Tezkiresi diye anılan kaynakta Itrî’nin bir divanı olduğundan söz ediliyor ama ne yazık ki bu eser kayıp.
Bu arada şunu vurgulamak gerekir ki, Itrî mahlasıyla mecmualarda görülen şiirlerin hepsi ona ait değil. Çünkü bu mahlası kullanan ve 1626’da vefat eden Mehmed adlı bir başka şair de var. Keşke hangi şiirler hangisinin, kesin olarak bilebilseydik. Sözgelişi,
Hâtır-ı nâşâdımı gel eyle şâd
Mirve-i vaslınla edib ber-murâd
Itrî-i bî-tâkâtine eyle dâd
El-aman ey gonca dehan el-aman
Ya da,
Itrî’ye rahmeyle cânım
Nice demdir ki giryânım
Nedir cürmüm a sultânım
Terkeyledin âhir beni
kıtalarında hangi Itrî mahlaslı şairin imzası vardı acaba? Kimbilir?
Her neyse... Buhurizade Mustafa Itrî, şairliğiyle değil bestekârlığıyla tarihe geçmiş demiştik. Biz hikayemize bu boyutla devam edelim. Herhangi bir enstrüman çalıp çalmadığı bilinmiyor. Neyzen olma ihtimali var. Üstün yetenekli bir hanende yani ses sanatçısı olduğu ifade ediliyor. Ama dediğim gibi bestekârlığı bir başka. Az sonra bu konudan detaylarıyla bahsedeceğim ama biz şimdi hayat hikayesine dönelim.
Itrî devrinin devlet adamlarından bilhassa Sultan 4. Mehmed (1648- 1687) ve Kırım Hanı Hacı Gazi 1. Selim Giray tarafından himaye edilmiş. Yaşadığı dönemde beş padişah tahtta yer değiştiriyor. Yani bestekarımız 4. Mehmet, 2. Süleyman, 2. Ahmet 2. Mustafa 3. Ahmet dönemlerini yaşamış.
Padişah huzurunda fasıllara katılmış, iltifat görmüş. Öte yandan Selim Giray Han’ın Çatalca’daki çiftliğinde sık sık musiki toplantıları yapılırmış ve burada da büyük itibar görmüş. Sultan IV. Mehmet büyük ihsanlarda bulunmuş kendisine. Hatta Ondan Esirciler kethüdalığı görevini aldığı belirtiliyor. Bu çok karlı bir işmiş. Ama bazı kaynaklar onun bu dileğini maddi kazanç elde etmek arzusuna değil de, İstanbul’a getirilen esirlerin ülkelerinin müziği üzerine bilgi edinmek ve içlerinden müziğe yetenekli olanları yetiştirmek istemesine bağlıyor. 4. Mehmet Itri’nin ölümünden 25 yıl önce tahttan çekiliyor. O tahttan indirilince de Itri’nin şöhreti devam etmiş. Müreffeh bir hayatı olmuş. Selim Giray’ın himayesinde yaşamış.
Mevlevi olduğu kesin. Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam etmiş, Na’t ile ayinini bu dergah için bestelemiş. 1671’de ölen Şeyh Camî Ahmed Dede’ye intisap etmiş. 70 yaşını geçkin ölmüş. Salim’in ifadesiyle 1123 hududunda ölmüş. Yani sonunda. Ama son gün mü içinde mi belli değil tabi. O da 1712’ye denk geliyor. Şeyhî Yenikapı haricine gömüldüğünü yazmış. Mezarı belli değil. Kocamustafapaşa’da ona ait olduğu düşünülerek bir taş dikilmiş ama Yılmaz Öztuna ona ait olmadığını yazıyor.
Osmanlı arşivlerinde belirtildiğine göre Saray-ı Hümayun cariyelerinin müzik hocası olmuş. Elli yaşına doğru emekli olarak saraydan ayrılmış. Bazı kaynaklarda emekliye ayrıldıktan sonra vefat ettiği belirtiliyor, ama net değil. Şeyhî, Sâlim, Safâyî gibi
tezkire müelliflerine göre öldüğü zaman esirciler kethüdalığı görevine devam ediyormuş. Bazı kaynaklara göre ise bu görevden ayrıldıktan bir süre sonra vefat etmiş. Kaynakları görmediğim için sadece bu konuda yazılanları aktarıyorum sizlere.
Ayrıca burada anlattıklarımın arasında bazı mantık hataları olduğunu da düşünmek mümkün... Sözgelişi esirciler kethüdalığı yaparken aynı zamanda sarayda cariyelere müzik dersi vermesi yani iki resmi görevde bulunması mümkün mü? Ne yazık ki bu tip soruların net cevapları yok. Gazeteci yazar Murat Bardakçı’nın 6 Mayıs 2012’de yani Itri yılında Habertürk gazetesinde yazdığı makalesindeki ifadeleri, daha da düşündürüyor okuyanı. Diyor ki Bardakçı, Itrî’nin Esirciler Kethüdalığı yaptığına ilişkin hiçbir kayıt yok. Hatta yine bazı kitaplarda ifade edildiği gibi Itrî’nin Mustabey Armudu diye bilinen bir armut cinsini ürettiği konusunda da kesin bilgi olmadığını belirtiyor. Bardakçı’ya göre Itri hakkındaki tek kesin kaynak Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde bulunan bir belge. Topkapı Sarayı’ndan Hazine’ye gönderilen ve “hazine tezkiresi” denen bu belgede Itrî’nin 60 akçe günlük bedelle cariyelere musiki dersi verdiği ve Temmuz 1682’de hak ettiği maaşını Ağustos ayında aldığı kayıt edilmiş. Yazık ki aradan geçen yüzyıllar büyük bestekârımız hakkında birçok bilgiyi karartmış ve ortada soru işaretleriyle dolu bir hayat hikayesi var. Murat Bardakçı ilginç bir vurgu daha yapmış ki bence bu çok dikkate değer. 100 Türk Liralarının arkasında bulunan Itrî figüründe bestekâr başında destarlı bir Mevlevi
sikkesi ile görünüyor. Az önce de belirttiğim gibi Itri Mevlevi evet ama destar dediğimiz ve sikke denen başlığa özenle sarılan birkaç parmak kalınlığındaki koyu renkli tülbenti, Bardakçı’nın belirttiği gibi Mevlevilikte yüksek bir makama sahip olanlar ve tekkelerin şeyhleri sarıyor. Itri ise şeyh olmamış, az önce de aktardığım gibi Şeyh Camî Ahmed Dede’ye intisab etmiş. Bu mantığa göre 100 Türk Lirası’nın arkasındaki figürün Itrî olduğu konusunda ciddi bir soru işareti var. Bunu bu videoda da kaydetmeden geçmek istemedim.
Ölümüne düşürülen tarih şöyle:
Buhurîzade’yi, bûyay-i bezm-i adn ide Allah (1124)
Bu mısrayı “Buhurizade’yi Allah cennet meclisinin en güzel kokusu yapsın” şeklinde günümüz Türkçesine çevirmek mümkün. Tarih düşürülen bu mısraya rağmen vefat tarihi hakkında da tartışmalar var. Vefat tarihi İsmâil Belîğ, Şeyhî ve Sâlim gibi dönemine daha yakın kaynaklarda hicri 1123 (yani miladi 1711), Esad Efendi ve Müstakimzâde gibi diğer bazı kaynaklarda ise hicri 1124 (miladi 1712) olarak verilmiş. Ekrem Karadeniz, onun vefatına dair tarih kıtasındaki mısranın hicri 1143 (miladî 1730-31) yılını vermesi gerektiğini, ancak bir kelimenin yazım hatasından dolayı bu yanlışlığın daha ilk kaynaklarda meydana geldiğini ileri sürüyor. Bunu da eklemeden geçmek istemedim.
Divan şiirinde çok na‘t yazan ve dolayısıyla na’t-gû diye anılan şairler arasında önemli bir yeri bulunan, aynı zamanda önemli bir musikişinas olarak tarihe geçen Gedikpaşalı Nazîm’in Itrî’nin
öğrencileri arasında yer aldığı biliniyor. Hatta Itrî’nin, hem arkadaşı hem öğrencisi olan Nazim’in şiirlerinden beste yaptığı da belirtiliyor. Ne var ki Nazim güfteli eserleri günümüze gelememiş. Öte yandan Itrî’nin Nazim dışında, ünlü bestekarlar Enfi Hasan Ağa ve Bekir Ağa üzerindeki etkisinin çok büyük olduğu kaynaklarda yazılı.
Itrî’nin çağdaşı ve ünlü besteci Şeyhülislam Es’ad Efendi’nin yazdığına göre Itrî binden fazla eser bestelemiş. Yılmaz Öztuna’ya göre ise Itrî’nin besteleri asgari bin olmalı. Bilinen ise sadece, yazma eserlerde güfte olarak 420 eserinin tespit edilebildiği...
Günümüze gelen eserlerine bakacak olursak sayı gerçekten üzücü. Yılmaz Öztuna’ya göre toplamda 42 eserden söz edebiliyoruz. Bunlardan 10’u dini musiki eseri, 4’ü saz eseri, 28 tanesi din dışı eser formunda. Din dışı eserlerini 2 kâr, 13 beste, 8 ağır semai, 5 yürük semai şeklinde sınıflayabiliriz.
Saz eserleri 3 peşrev ve 1 saz semaisi, yani bu boyuttaki bestekârlığı hakkında bize fikir vermiyor.
Itrî’den önceki bestecilerde bir ölçüde de olsa Orta ve Yakın Doğu müziklerinin izleri sezilir. Itrî’nin büyüklüğü bu etkilerin onda tamamen silinmiş ve klasik Türk Müziği diye adlandırılan Osmanlı- Türk üslubunun en belirgin çizgileriyle ortaya çıkmış olmasından. Ayrıca ondan sonra gelen ve Klasik üsluba bağlı her bestecide ondan izler bulabiliriz.
Elimizdeki eserleri az olsa da üstün bir değer taşıyor. Neva Kâr büyük formda yazılmış güfteli din dışı eserlerimizin en üstünü kabul edilir. Klasik üslup içinde erişilmesi mümkün olmamış ve ustaların iddiasına göre bundan sonra da mümkün olmayacak bir şaheser. Hafız-ı Şirazî’ın bir gazeli üzerine bestelenmiş. Bestekarımız çeşitli makam ve usûl geçkileri uygulamış, nağme zenginliği içinde. Titiz bir eser. Direk güfte ile giriyor diğer karlardan farklı olarak. Terennümle girmiyor. Oysa ki kârlar çoğunlukla terennümle başlar.
Dini eserleri üzerinde durmak lazım. Bayram tekbiri İslam aleminde çok yaygın. Salatlar da öyle. Tek cümleden ibaret bu eser musikimizin en büyük şaheseri denebilir. Bir büyük dinin haşmet ve iradesi ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
ESER GİRECEK
2. Abdülmecid tekbiri çoksesli olarak kaleme almış. İlginç değil mi? Batı müziğine hayran olan bu padişah kendi köklerinden gelen nağmeleri evrenselleştimek istemiş sanırım. Bayram sabahları camilerde okunan bu eser insan kudretinin sınırlarını zorluyor adeta.
Rast Na’t ise her Mevlevi mukabelesinin başında 3 yüzyıldan beri okunması adet olmuş bir eser.
Dini musikiye yepyeni bir hava getirmiş. Bu arada Itrî’nin elimizdeki dini eserleri cami ve tekke müziği alanlarında.
Teravih namazlarında surelerin okunuşu sırasında makam değiştirme kuralına dayanan Enderun teravihi ve cumhur müezzinliği diye bilinen çeşitli kuralların da onun buluşu
olduğu söylenir. Ayrca Segah tekbir ve salatı ümmiye’nin yanısıra, Maye Cuma salatı, Dilkeşhaveran gece salatı (salası) üç yüzyıldır etkilerini yitirmemiş diğer eserleridir.
Itrî’nin hiçbir bestesinde alışılmış ezgiler bulamazsınız. Ayrıca eserleri dar bir ses alanında değil. Bol bol makam ve geçki zenginliği taşırlar. Eski kaynaklarda belirtilen ve günümüze maalesef gelemeyen eserlerinin arasında ender kullanılan makamlarda bestelenmiş olanlardan söz ediliyor. Keşke onlara da ulaşmak mümkün olabilseydi...
Büyük şair Yahya Kemal Beyatlı, ilk kez 1 Mayıs 1940’ta Akşam gazetesinde yayınlanan ve Rıfkı Melûl Meriç’e ithaf edilen 7 kıtalık Itri adlı muhteşem şiirinde onu çok güzel anlatmış. Bu şiirle Buhurizade Mustafa Itrî Efendi üzerine olan sohbetimizi noktalayalım.
Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri,
O kadar halkı sevkedip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbîr'i.
Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.
Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh:
Dağılırken "Nevâ"nın esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.
Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser.
"Nât"ıdır en mehîbi, en derini.
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış " yîn"i.
O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
detâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?
Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda...