Galata Mevlevihanesini Düşünürken
Refik Hakan Talu
Zamanın durduğu mekânlar vardır. Nefes almaya, konuşmaya, adım atmaya, herhangi bir şeye dokunmaya çekindiğiniz yerlerdir bunlar.
Kapısından içeriye girdiğiniz anda renkleri solmuş büyük bir resim karşılar sizi. Rutubet kokan eski zamanların havasını içinize çekersiniz. Şaşkınsınızdır hatta biraz korkarsınız, bir mum arasınız yakmak için, yolunuzu ararken tahta merdivenlerin basamaklarından çıkan gıcırtılar sizi yüzlerce yıllık bir yolculuğa davet ederler.
Her taraf bomboştur ama sanki görünmez insanlar vardır etrafta, elinizi uzatsanız onlardan birisine dokunacaksınızdır. Bu zifiri karanlıktan çıkmak, konuşmak, bir şeyler anlatmak isterler ancak dilleri yoktur, susarlar…
Şadırvanın pirinç çeşmeleri akmaz, rüzgâr esmez, yaprak kımıldamaz, otlar sarının hiç bilmediğiniz tonundadır. Taşlar yosun tutmuştur ve nihayet bir cam kenarına oturduğunuzda bahçenin ortasında duran derin kuyunun dibinde kalmış birkaç damla suyun aksinden gelen ney sesini işitirsiniz, dinlersiniz…
Ancak hikâye bu şekilde bitmez, avluda ve hamuşanda oynayan yavru kediler yanınıza gelmek için çekinerek bakarlar gözlerinizin içine, sonunda cesaret ederler yavaşça yaklaşırlar, paçanıza sürtünürler, birine sarman diğerine tekir veya minnoş
dersiniz, kucağınıza alıp seversiniz ve başınızı yukarıya kaldırıp baktığınızda Fasih Dede’nin size gülümsediğini görüp uyanırsınız.
Fasih Dede’nin tekkesine ilk defa 1981 yılında gitmiştim. Konservatuar ikinci sınıfa yeni başlamıştım, şimdi isimlerini hatırlayamadığım birkaç arkadaş hafta sonu Nezih Uzel’in evine ayin çalışmaya gideceğiz sende gelirmisin diye sormuşlardı.
Ne demek, Nezih Uzel adını bilip kendisini henüz tanımadığımız, İstanbul Radyosu bendir sanatçısı, gazeteci, Türk müziği camiasında ismi her zaman hürmetle anılan ağabeyimiz.
Gelirim demiştim, hemde seve seve ve şimdi anlıyorumki çok iyi bir iş yapıp iki yıl boyunca her cumartesi günü öğlenden sonra Üsküdar’la Bağlarbaşı arasındaki o evin üçüncü katındaki sohbetlere gitmişim.
Osmanlı meşk geleneğinde müziğin öğretildiği ve icra yapılan mekânlara baktığımızda ilk önce Enderun, Mehter, mevlevihaneler ve diğer tarikatların tekkeleri ile karşılaşırız. Daha sonra Mızıkay-ı Humayun, Darülelhan, Şark Musikî Cemiyeti, Darü’l Musıkî-î Osmanî gibi kurumlar, Çömlekçi Recep Çelebi ve Çöğürcü Hasan Ağa’nın evleri özellikle Mabeyinci Faik Bey’inki olmak üzere konaklar, Taşkasap’taki Hacı Kirâmi efendinin ders verdiği veya Kulaksız’daki İmamın kahvehaneleri, Fatih’te ve Divan yolundaki kıraathaneler, Haliç’teki Bostan iskelesi gibi birçok yer vardır.
Cumhuriyet sonrası ise İstanbul ve Ankara Radyoları, Konservatuarlar, Devlet koroları ve cemiyetler bu görevi üstlenmişlerdir.
İşte Nezih ağbinin evi bütün bunların devamı idi. İçerisi eşyalar ve kitaplarla dolu bir ev düşünün, bazen tekke, bazen konservatuar, bazende konser salonu gibi olsun. Mutfağında Özbek pilavı ve helva pişsin, demlikte daima çay demlensin, kendine has misafirlerinin yanında mahalledeki meraklılarda müdavimler arasında bulunsun. Sadece cumartesi günleri değil hafta içinde herhangi bir gün uğradığınızda salonda sema dersi yapılırken yan taraftaki odada tanbur çalınsın, ney üflensin, Recep ağbi ilâhi okusun. O zamanlar bize göre yaşlı başlı adamlar zahmeleri kudümlere vursun, Mesnevi’den konuşulsun, Cevdet
amca anılarını anlatsın veya yurt dışından gelenlere lokum ikram edilsin.
Aynı Devr-i Veledi’deki gibi en yaşlı ile en genç bir arada yürüsün. Aslında ev değil, evden başka bir yer.
Bu Nezih Uzel’in yaşam tarzıydı, birçok Galatasaylı gibi mülkiyeye gitmek veya siyasetçi olmak istememiş, Hz Pir, Konya, tekkeler, mevlevihaneler, müzik, edebiyat, tarih ve tekkelerden son yetişenlerle beraber muhabbetten kurulu bir hayatı tercih etmişti.
Sema törenlerinin 1960 laradan itibaren tekrar yapılması, özellikle yurt dışında tanıtılması, yetişen semazenler,
müzisyenler, yıllar içinde
kurulan sema grupları hep Nezih ağbinin büyük zorluklarla attığı temel taşları üzerine inşa edilmişti.
2007 Kasımında Hong Kong’a gitmiştik. Özlem her zamanki kabiliyeti ile dünyanın bir ucundaki festivale dosyamızı göndermiş, görüşmüş, konuşmuş ve katılacak sanatçıları çok zor beğenen festival komitesi iki konser yapmamız için davet mektubumuzu yollamıştı.
İlk başta birçok kimse için değişik ve alışılması zor olan bu şehir bana bayağı sıcak ve samimi gelmişti. Belki Sidney’de Çin mahallesinde bir hafta kalmamın da bunda etkisi vardı, sokaklar, evler, dükkânlar, insanlar sanki tanıdıktı ama tabiî ki sorun saat farkıydı ve yine zamanımız şaşmıştı.
En güzeli gece yarısına kadar uyku uyumamaktı. Böylece eğer geç vakitte yatarsam Hong Kong saatine alışabilecektim, aksi halde yorgunluk birkaç gün sürecekti. Ancak yine korktuğum başıma gelmiş, on dördüncü kattaki odanın içinde kitap okuyarak, sigara içerek ve aşağı yukarı yürüyerek vakti geçirmeye çalışıyordum.
Ama nafile, ne zaman geçiyor nede uykum geliyordu. Sadece Ferahfezadan bir melodi aklıma takılmıştı, Ferahfeza beni İsmail Dede’ye, mevlevi ayinlerine ve Galata mevlevihanesinde ilk defa meydan gördüğüm 1981 in Şeb-i Arus’una kadar götürmüştü.
O gün öğlenden sonra saat iki de Galata Mevlevihanesine gitmiştim. Nezih ağbi saat beş gibi gelin demişti ama beşe kadar
kim bekler. Bir taraftan ilk defa Sema töreninde çıkacak olmam, diğer taraftan Bekir Bey, Kani Karaca, Selman Dede ve Ahmed Bican’la aynı meydana bulunmanın heyecanı ve Abdürrahim Künhi Dede’nin Hicaz ayinini yanlış çalmanın korkusu ile elimde tanbur provadan üç saat önce cümle kapısından içeriye adım atmıştım.
Şehrin gürültüsü, patırtısı bir anda bitmişti. Sakinlik, huzur ve sessizlik içinde Fasih Dede, Esrar Dede, Ankaravi, Şeyh Galip, Nayi Osman Dede ile aynı bahçenin içindeydim. Necip Fazıl’ın çok güzel bir sözü vardı, üstad “ölenlerle kalanların birbirinden farkı yok, mademki biri yaşadığı halde yok olabiliyor, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilir” diyordu.
Verilen yetki kıyamete kadardı ve onların irşadı devam ediyordu.
Mevlevilerin hayatı diğer insanlardan daha değişik anladıklarını ve yaşadıklarını hemen fark edebilirsiniz. Öncelikle konuşmaları, oturmaları, lokma yemekleri, su içmeleri, adım atmaları, selamlaşmaları kısaca yaşama ait bütün detaylar hep edep içerisindedir. Edep her yolda olduğu gibi değişmeyen birinci kuraldır. Daha sonra hizmet gelir, Allah bu âlemi insanla ziynetlendirmiştir, insanın vazifesi ise hizmet etmektir. Ancak bu hizmet aşk ile, nezaket, zarafet ve sadelik içerisinde yapılmalıdır, işin içinde aşk olunca yüksek perdeden konuşulmaz.
Mevlevihanenin alt katında bulunan uzun koridorun sonundaki Fasih dede hücresinde Selman Dede tarafından sikkem
tekbirlenmiş, ikindi namazı kılınmış, gülbanklar çekilmiş, koridorun diğer ucundaki daracık merdivenlerden üst kata çıkarak Mutrıba ait asma katta ayakta durarak Selman Dede’nin meydana çıkmasını beklemeye başlamıştık.
Baş taksim, naat, devr-i veledi derken tennureler açılmış ve Allah diyerek ilk çarklar atılmıştı bile. Aşçıbaşı İbrahim Dede hatıralarında ilk defa Kasımpaşa Mevlevihanesinde Sema törenine çıkışını anlatırken nazar değmemesi için haziruna şöyle bir nazar attığını yazmıştı, bende ceviz tahtalardan yapılmış sekizgen semahanenin etrafını dolduran kalabalığa bakmıştım. Sağ elini kalbinin üzerine koyup semazenleri seyredenler, gözyaşlarını saklamaya çalışanlar, ayini bizle beraber okuyanlar ve Selman Dede’nin her hareketini büyük bir dikkatle takip edenler.
Herkes sanki bir yolculuk içindeydi, varılacak nokta ise hiç şüphesiz her şeyin merkezi olan kalpti.
Galata Mevlevihanesinde bu muhabbet 1491 yılından beri devam ediyordu. İsimlerini bildiğimiz veya hiç tanımadığımız yüzlerce derviş bu meydana çıkmış her şeyin özüne doğru seyahatlerini yapmışlardı.
Artık sadece susmak ve seyretmek gerekiyordu, seyr’de yükseliş vardı. Belki de Galata’nın muvakkit’lerinden Ahmed Eflâki Dede veya Munis Dede böyle anlarda zamanı bir çuvalın içine sokup ağzını da sımsıkı bağlamışlardı.
Hong Kong’taki otelde bütün bunlar gözümün önünden film şeridi gibi geçerken Ferahfeza’dan başladığım nağmeleri saz eseri şeklinde portelerini kendim çizdiğim bir kâğıda yazmış ve hiç düşünmeden adını Cümle kapısı koymuştum. Galata’nın cümle kapısı benim hayatımdaki önemli basamaklardan biriydi.
Mesud Cemil Bey Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde 1945 yılında yazdığı Nayi Osman Dede isimli tezinde samimi duygularını şu şekilde yazmıştı, “Sazende olarak Osman Dede’yi maalesef fonografın icadından evvelki bütün talihsiz icracı musikişinasların mahkûm oldukları ebedi sessizlik perdesi arkasında tahayyül etmeye mecburuz”, Mesud Bey haklıydı, ancak sadece Osman Dede’yi değil beş asırlık bir Galata macerasını anlayabilmek için Cümle kapısından içeriye girilmesi gerekiyordu.
Aradan bir yıl geçtikten sonra Petraki’ye İthaf adını verdiğim Şedaraban makamındaki peşrevi New York Metropolitan müzesindeki konsere çıkmadan önce kuliste bitirecek ve aynı yıl Galata Mevlevihanesini Düşünürken adını verdiğim albümünü yayınlayacaktım.