HOCA ABDÜLKADİR MERAGÎ
Dr. Aylin Şengün Taşçı
Merhaba. Türk Müziği sohbetlerimizin ilkine musikimizin bilinen ilk sözlü eserlerinin sahibi olan Hoca Abdülkadir Meragi’yi anlatmakla başlamak istedim. Hem tarihte bir yolculuk yapmak, hem de inanılmaz bir hayat öyküsünde musikimizin nasıl şekillendiğini görmek, meraklıysanız eğer eminim hoşunuza gidecektir.
Hoca Abdülkadir Meragi, bugünkü İran’ın Doğu Azerbaycan eyaleti sınırları içinde kalan, Sehend dağı eteklerinde Safi Çayı kıyısında bulunan Meraga şehrinde doğmuş. O bölgeye, Güney Azerbaycan da diyebiliriz. 10. yüzyılda kaleme alınan coğrafya kitaplarında Meraga, çevresinde her türlü tarımın yapıldığı, bağlık, bostanlık, zengin, büyük ve güzel bir şehir olarak tanıtılıyor. Abdülkadir’in Meragalı Abdülkadir ya da Abdülkadir Meragi diye anılması doğduğu şehirdendir.
Kendisine Üstad-ı Salis de denir. Yani üçüncü üstad. Neden üçüncü? Yerli ve yabancı kaynaklar müzik teorisinde Farabi’yi birinci, İbn-i Sina’yı ikinci üstad kabul etmişler de ondan. Hoca Abdülkadir de tarihte üçüncü üstad anlamındaki üstad-ı salis sıfatıyla anılmış. Ama aslına bakarsanız Türk Müziği’nin hace-i evveli yani ilk üstadıdır, demek daha doğru. Çünkü Klasik Türk Müziği, Safiyyüddin Urmevî’den 150 yıl sonra varlık bulan ve
kendisinden sonraki yüzyıllara ışık tutan bu usta ile asıl mayasını bulmuş.
Hoca Abdülkadir’in 1350- 1360 yılları arasında doğduğu sanılıyor, kesin doğum tarihinin 1353 olması ihtimali de var. Aslında tabii ki doğum tarihi tam olarak belli değil. Araştırmacılar değişik değerlendirmeler yaparak bu 10 yıllık dilim üzerinde durmuşlar. Ancak İranlı tarihçi Muhammed Ali Terbiyet’in kaynak göstermeden belirttiği 17 Aralık 1353’e denk gelen, Hicrî takvime göre 20 Zilkade 754 tarihi, başka araştırmacılar tarafından da aynen tekrar edilmiş. Dolayısıyla hayat hikayesini araştırırken 1353 tarihine sık sık rastlamak mümkün.
Hoca Abdülkadir’in doğduğu yıllarda Meraga, Celayirlilere ait bir şehirdi. Celayirliler kimler derseniz, önceden bir Moğol kabilesiyken zaman içinde Türkleşmiş bir toplum. O yıllarda tahtta Celayir devletinin kurucusu Hasan-ı Büzürg ya da o yılların telaffuzuyla Hasan-ı Bozorg bulunuyordu. Yeri gelmişken Türk Müziği’nde bir makamın adı da olan Büzürg’ün Farsça büyük, iri, ulu anlamına geldiğini söylemeden geçmeyeyim. Hasan-ı Büzürg, Ulu Hasan anlamında bir tamlama yani.
Her neyse Abdülkadir’in babası Gıyaseddin ya da Cemaleddin Gaybi yaşadığı dönemin saygın isimlerinden biri olarak biliniyor. Ha bu arada, Abdülkadir’e babasının adından dolayı Gaybi’nin oğlu anlamında İbni Gaybi dendiğini de duyabilirsiniz. Abdülkadir, günümüze ulaşan belgelere göre “Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek ve beğenilen
nağmelerle okumak” amacıyla musiki öğrenmeye başladığını, bunun için de dönemin en iyi hocalarından ders alarak kısa sürede herkesin hayranlığını kazanacak seviyeye geldiğini belirtiyor. Ayrıca babası için “musikide kimse onun mertebesine gelmedi ve gelemez” diyor. Herhalde müzik derslerini ilk olarak babasından almış olmalı. Kaynaklara göre 4 yaşında okula başlıyor ve 8 yaşında hafız oluyor.
Genç yaşta Meraga’dan ayrılarak Tebriz’e gittiğini görüyoruz. İki şehrin arası 130 kilometre. Bugünün şartlarında birbuçuk saatlik bir yol belki ama o zamana göre hayli uzak. Abdülkadir Tebriz’e ulaşıp yerleşince mûsiki bilgisi ve kabiliyeti ile kısa sürede kendini tanıtıyor ve Hasan-ı Büzürg’ün oğlu ve ikinci Celâyir Hükümdarı olan Sultan Şeyh Üveys’in sarayına alınıyor. Şeyh Üveys’in ölümünden sonra 1374’te tahta geçen oğlu Sultan Hüseyin zamanında da sarayda bulunuyor. Kaynaklar Abdülkadir’in her iki hükümdarın da nedimi olduğunu yazmakta. Hatta Sultan Hüseyin’e müzik hocalığı da yapıyor.
Abdülkādir’le ilgili bütün kaynaklarda söz konusu edilen ve kendisinin de anlattığı Nevbet-i Müretteb bestelenmesi hadisesi Sultan Hüseyin zamanında gerçekleşiyor. Nedir Nevbet-i Müretteb derseniz, Abdülkadir’in ifadesine göre kudemâdan yani eski çağlardan beri bilinen bir musiki formu. Ancak “kudemâ” kelimesine tarih bakımından bir açıklık getirilmemesi, ayrıca Farabî, İbn-i Sinâ ve Safiyyüddin Urmevî gibi mûsiki bilginlerinin
eserlerinde Nevbet-i Müretteb’den söz edilmemesi bu formun ortaya çıktığı dönemlerin hangi dönem olduğu hakkında bilgi sahibi olmamıza izin vermiyor. Çağdaş dönemde kısıtlı bilgiler çerçevesinde bu form Batı müziğindeki kantat ve suit’e benzetilmiş. Ancak “sıra” anlamına gelen suit ve onun benzeri olan kantat, özellik itibarıyla Nevbet-i Müretteb ile tam olarak örtüşmüyor. Bu durumda Nevbet-i Mürettebi, birkaç eseri içeren müzik türlerine dahil etmek daha doğru. Günümüzde fasıl olarak ifade ettiğimiz, aynı makamda bestelenmiş farklı usullerde olan ve arka arkaya dizilen eserler bütününden daha karmaşık bir yapı diyebiliriz. Gelelim biz asıl konumuza.
11 Ocak 1377’ye denk gelen Hicri 29 Şaban 778’de Sultan Hüseyin’in sarayında bir müzik toplantısı yapılır. Dönemin ünlü okuyucuları, sazendeleri, zamanın ünlü bilgin ve müzisyenlerinin bulunduğu bu mecliste, bizzat hükümdarın da bulunduğu sırada konu Nevbet-i Müretteb’ten açılır. Gelenekte dört bölümden oluşan ve beste türlerinin en zoru kabul edilen Nevbet-i Müretteb’in bir tanesinin bir ayda bile zor bestelenebileceği konuşulur. Abdülkādir birden ortaya çıkar ve “Ben her gün bir tane Nevbet-i Müretteb bestelerim” der. Gülüşmeler olur ama o ısrarla yapabileceğini söyler. Hatta birkaç gün sonra başlayacak Ramazan ayı boyunca her gün bir tane olmak üzere 30 Nevbet-i Müretteb besteleyebileceğini iddia eder. Meclis’te bulunanlar önerisini şüpheyle karşılarlar. Zamanın en önemli musikişinaslarından Rıyazeddin Rıdvanşah gülümseyerek “Bu
bahsettiğin eserleri zaten bestelemişsin, hazır eserler üzerine konuşuyorsun” der. Bunun üzerine Abdülkadir, “Makam, usûl ve sözleri siz belirleyin, beğendiklerinizi bana verin. Ben onları besteleyeceğim” diye cevap verir. Konu çok heyecanlı bir hal almıştır. Rıyazeddin Rıdvanşah olaya imkansız gözüyle baktığı için Abdülkadir ile bu işi yapamayacağına dair 100 bin dinarlık bir bahse girmeyi önerir. Bazı kaynaklarda birim kerub altını olarak geçiyor. Abdülkadir hiç duraksamadan kabul eder. Bu aşamaya kadar konuya müdahil olmayan Sultan Hüseyin, bahis konusundan sonra söze karışır ve güftelerin seçimi için o sırada mecliste bulunan üç musikişinası görevlendirir. “Makam ve usulleri de Rıdvanşah belirlesin”, der. Nevbet-i Müretteb’lerin Kavil olarak adlandırılan ilk bölümlerinde güftenin Arapça olması gerekmektedir. Gazel olarak adlandırılan ikinci bölüm ise Farsça şiirlerle bestelenmelidir. Terâne denilen üçüncü bölümde Arapça ve Farsça yazılmış Rubailer kullanılmak zorundadır. Fürûdâşt denilen ve sona ermek anlamına gelen dördüncü bölüm ise yine Arapça olmalıdır. İşte bu çerçeveye bağlı olarak Abdülkadir’in bestelemesi gereken güfteler tesbit edilir. Müziğin diğer dallarında olduğu gibi bestecilikte de kendine özgü yaklaşım sergileyen Abdülkadir, kendisine verilen güftelerle Nevbet-i Müretteb’in dört bölümlü kalıplaşmış biçimine bir de Müstezad adını verdiği bir bölüm daha ekler. Böylece esere farklı bir soluk getirmek ister. Sonradan eklediği Müstezad bölümünü, daha önce kullanılan şiir ve biçim özelliklerinin tekrarlandığı bir özet bölüm şeklinde tasarlar. Ayrıca bu Müstezad bölümünde kendisine verilen şiirin
her mısrasını farklı makamlardan ezgiler kullanarak besteler. Bu ezgiler Nevrûz, Geveşt, Selmek, Gerdaniye, Maye ve Şehnaz üzerinden bestelenmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi Abdülkadir’in yaşadığı dönemde Türk Musikisi son derece zengin bir makamsal yapıyla varlık göstermiştir. Günümüzün bestelerinde kullanılan ve iki elin parmaklarını geçmeyen makam sayısı ile o dönemin makamsal çeşitliliğindeki zenginlik kıyaslanınca, geldiğimiz noktanın ne kadar üzücü olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Neyse, Ramazan’ın ilk akşamı, bestelediği ilk Nevbet-i Müretteb’i okuyan Abdülkadir, her gün kendisine bir gün önceden verilen güfte grubuyla başka bir Nevbet-i Müretteb besteler ve arefe günü bestelemiş olduğu 30 eserin tamamını okuyarak iddiayı ve 100 bin dinarı kazanır. 1 dinarın 1.29 gr gümüşe karşılık geldiğini hesap ederseniz ortada gerçekten büyük bir servetin olduğunu daha net olarak görebilirsiniz. Eğer bahsedilen Kerub Altını dedikleri birim ise bile elbette yine büyük bir zenginliğe karşılık gelmektedir.
Ramazan ayı sonunda iddiayı kazanmasının ardından, Rıdvanşah’ın, bahsedilen ödülü kendi kızıyla birlikte Abdülkadir’in evine gönderdiği ve kızını helallik olarak kabul etmesi teklifini ilave ettiği ve Meragi’nin de bu teklifi kabul ettiği bilgisinin, Hoca Abdülkadir’in Makasıdü’l-Elhan adlı eserinin bazı nüshalarında yer aldığı da belirtilmekte. Tabii ki bu olayın gerçek olup olmadığını net olarak bilmemiz mümkün değil. Ancak
kazandığı başarı onun şöhretini arttırmakla kalmamış, kendisine mûsikide günümüze kadar devam eden sarsılmaz bir yer temin etmekte de önemli rol oynamış.
Hoca Abdülkadir, Türk Musikisi’nde usûl dediğimiz ritmler konusunda değişik vuruşlu türler de meydana getirmiş bir sanatçı. Bildiğiniz gibi usûl, darp adı verilen vuruşlarla ifade edilen ve müziğin zamanlamasını belirleyen bir unsur. Türk Musikisi’nde 124 vuruşla ifade edilecek kadar uzun, çeşitli usuller var. İşte nedîmi olarak yanında bulunduğu Sultan Hüseyin’in isteği üzerine Hoca Abdülkadir 1380-81 yıllarında Darb-ı Rebî adını verdiği 24 zamanlı bir usûl düzenler. Bu usulü Darb-ı Bedî diye anan kaynaklar da var. Ne yazık ki bu usûl ile bestelenmiş bir örnek günümüze gelememiş. Çenber ve Nim Sakîl adı verilen 24 zamanlı usûller zamanımıza ulaşmış, hatta Buhurizade Mustafa Itrî her iki usûlü kullanmış, en önemli eseri Neva Kâr’da değişmeli usuller içinde özellikle Nim Sakil kullanmış ama aynı zaman ölçüsüyle Abdülkadir’in düzenlediği Darb-ı Rebî maalesef tarihe karışmış.
Abdülkadir’i himaye eden Sultan Hüseyin her ne kadar müzisyen ve sanata aşık bir yönetici olsa da zayıf kişiliği dolayısıyla devletin yönetiminde, emirlerinden Adil Aka’ya fazlasıyla taviz vermesiyle kaynaklara geçiyor. Bunun üzerine kardeşi Ahmet Tebriz’e baskın yapıp Hüseyin’i öldürür. Abdülkadir de, Hüseyin’in ölümünden sonra Bağdat’a giderek Hüseyin’in diğer
kardeşi Şehzade Şeyh Ali’nin himayesine girer. Eski dildeki ifadesiyle ona intisab eder. O dönem ne kadar birbirleriyle mücadele içinde olsalar da liderlerin hepsi sanat aşığı. Şeyh Ali Abdülkadir’e çok değer verir. Abdülkadir’in Şeyh Ali’ye olan musiki hizmeti de bir başka usulü tertiplemek olur. Bu çalışmanın hikayesi ilginç. 1382 yılında Sultan Hüseyin’i öldüren Ahmet Bahadır, ardından saltanat için diğer kardeşi Şeyh Ali’yle savaşa girmiştir. İlk mücadeleyi Şeyh Ali kazanır. İşte Ali zaferi kazandığı gün Hoca Abdülkadir, onun isteği ile kırk dokuz zamanlı bir usul meydana getirir ve zaferin hatırası olmak üzere buna “darb-ı fetih” adını verir. Bu usûl Farabi’den Dede Efendi’ye, Zekai Dede’den Refik Fersan’a kadar önemli bestekârlar tarafından kullanılarak zamanımıza kadar gelebilmiş bir usuldür.
Hoca Abdülkadir’in Şeyh Ali’nin yanında kalışı çok uzun sürmez. 1382 yılında iki kardeş ikinci kez savaşa girer, bu kez galip Ahmet Bahadır olacaktır ve Ahmet Celayir hükümdarı olarak tahta oturur. Hoca Abdülkadir, Bağdat’a gelen Sultan Ahmet Bahadır’a intisab eder bu kez. Böylece Sultan Şeyh Üveys’in üç oğluna da sırasıyla intisab etmiş olur. Kendi ifadesine göre, meclis ve sohbetlerinde bulunduğu yirmi yıl süresince bu hükümdardan çok büyük yakınlık görür ve yanında parlak bir mûsiki hayatı geçirir. Sultan’ın kendisine “yar-ı aziz” dediği rivayet olunur. Sultan Ahmet Bahadır, hem bestekar, hem üç dilde şair, hem de ressam olarak tarihe geçmiş, sanat aşığı bir hükümdar. Çok ilginçtir ki bu
özellikleri yanında cesur ama halkına zulmeden bir hükümdar olarak da biliniyor. Hatta halkın kendisinden nefret ettiğini yazan kaynaklar da var.
Hoca Abdülkadir, Bağdat’ta geçen günlerinde sarayın baş hanendesi olur ve tabii üretmeye devam eder. O dönemde otuz zamanlı “devr-i şâhî” adlı usulü meydana getirir. Bu usulün ortaya çıkması bir kayık gezisiyle başlamıştır. Gezi sırasında Sultan Ahmet Bahadır, Şeyh Cüneyd-i Bağdadî’den dört beyit okuyarak Hoca Abdülkadir’den bunları kürek çeken otuz kayıkçının sayısına uygun biçimde bestelemesini ister. Devr-i Şâhi böylece ortaya çıkar. Bazı kaynaklarda bu usulün adı “Devr-i Şami” olarak geçiyor. Ama üzülerek belirtiyorum ki bu usûlden bestelenen eserler, günümüze ne yazık ki ulaşamamış.
Bazı eserlerde, Hoca Abdülkādir’in o yıllarda Osmanlı Hükümdarı Sultan Bayezid Han’ı Bursa’da ziyaret ettiği kaydedilmiş ama İslam Ansiklopedisi müellifi Nuri Özcan’ın ifadesine göre, sonradan sözü edilen kişinin Osmanlı hükümdarı değil, Sultan Şeyh Üveys’in oğullarından ve Sultan Ahmet Bahadır’ın kardeşlerinden Şehzâde Sultan Bayezid olduğu ortaya çıkmış. Hoca Abdülkadir’in eseri Kitabü’-l Edvar’ın Topkapı Sarayı Müzesi kitaplığında bulunan şerhi bu konuya kaynak gösteriliyor. Yeri gelmişken Hoca Abdülkadir’in ziyaret ettiği bahsedilen Şehzade Sultan Bayezid ile kardeşi Sultan Ahmet Bahadır’ın önce iktidar için mücadele ettiğini, daha sonra bir
anlaşma ile barış yaptıklarını da belirtelim. Hoca Abdülkadir, Şeyh Üveys’in oğullarından, sadece ziyaret ettiği söylenen Bayezid’e, intisab etmemiş anlaşıldığı kadarıyla.
1393 yılında Hoca Abdülkadir’in hayatına başka bir hükümdar girer. Timur o yıl Bağdat’ı ilk kez zapt etmiştir. İlk kez diyorum, çünkü daha sonra yine zaptedecektir. Bu ilk istila sırasında Abdülkadir, hamisi olan Sultan Ahmet Bahadır ile birlikte Mısır’a sığınmak için Bağdat’tan kaçar ama Kerbela’da yakalanarak Timur’un huzuruna çıkarılır. Böylece 19 yıl Meraga’da, 14 yıl Tebriz’de ve 7 yıl Bağdat’ta yaşamış olan Hoca Abdülkadir 40 yaşlarında yeni bir hayatın eşiğine ulaşmış olur.
Timur’un huzuruna çıkardıklarında O’na şu dörtlüğü okuduğunu yazıyor tarih kitapları:
“Maşruk-u magrip musahhardır sana
Devlet-i nusret mukarrardır sana
Feth-i nusret daima bilgindedir
Devletin Hakk’tan mukarrardır sana”
Timur’u çok başarılı bir hükümdar olarak ifade eden ve onu göklere çıkaran bu dörtlük tabii ki Hoca Abdülkadir’in himaye görmesini sağlar. Timur gerçekten de Abdülkadir’e son derece itibar etmiş. Onu baş şehri Semerkand’a göndermiş, ona ihsanlarda bulunmuş.
Abdülkadir Semerkand’da Timur’un veliahtı Gıyâseddin
Muhammed Mirza’nın nedimi olur. Onun arzusu üzerine 200 zamanlı “devr-i mieteyn” usulünü tertip eder. Bu usulle bestelenmiş eserler günümüze gelebilseydi en büyük usul olarak 200 zamandan söz edebilirdik ama ne yazık ki örneğimiz yok. Hoca Abdülkadir şehzadelerin saraylarında hürmet görür ve şehrin ileri gelen kişileri arasında yer alır. 1398’de kendisine verilen değerin göstergesi olarak Timur’dan bir “nişan” alır. Bundan bir yıl sonra, Timur’un üçüncü oğlu Miranşah Mirza’nın nedimlerinden biri olarak Tebriz’de görev yapmaya başlar. İşte bu dönemde çok sıkıntılı bir olay yaşanacaktır. Miranşah’ın akli dengesinin yerinde olmaması, tuhaf davranışlar sergilemesi özellikle Timur’un çok sevdiği gelini Hanzade’yi son derece üzmektedir. Hanzade kayınpederine kocasının durumundan şikayet edince son derece hiddetlenen Timur, Tebriz’e gelerek oğlunun elinden tüm yetkileri alır. Sonra kısa bir değerlendirme yapar ve oğlunun durumundan yanındaki nedimlerini sorumlu tutar. Sorumlu tuttukları arasında Mevlana Muhammed-i Kuhistanî, Kutbeddin-i Nayi, Habib-i Ud, Abdülmümin-i Gûyende ile birlikte Hoca Abdülkadir vardır. Timur oğlunun nedimlerinin derhal öldürülmesi emrini verir. Ancak birçoğu idam edilse de çok sevilen Hoca Abdülkadir’e haber erken verildiği için Tebriz’den bir derviş kılığına girerek kaçması sağlanır. Ne var ki, dünya o zaman daha da küçüktür ve kısa sürede yakalanır. Timur, ölüm emrinin hemen infaz edilmesini istediği sırada Abdülkadir’e son arzusu sorulur. Hoca Abdülkadir bir Kur’an-ı Kerim ister ve inanılmaz güzel sesiyle okumaya başlar. Timur onu dinlemeye
başladığı anda çok etkilenir ve bu usta sanatçıya kıyamayacağını söyleyerek kendisini affeder. Abdülkadir sonrasında hak ettiği ilgi ve itibara yeniden kavuşmayı başarır.
1405’te Timur’un ölümüne rağmen Abdülkadir saraydaki durumunu korumuştur. Timur’un torunu Halil Mirza’dan da aynı ilgiyi görür. Halil, Hoca Abdülkadir’e “eşi örneği olmayan, olgun kişi” şeklinde hitap etmiş. İlginç bir hikaye de burada karşımıza çıkıyor. Halil Mirza, Hokand’da Hoca Abdülkadir’le birlikteyken bir kumru ötüşünden etkilenir. Abdülkadir’e dönerek aynı vezinle bir usul meydana getirmesini ister. Sekiz vuruşlu “Devr-i Kumriye” böylece ortaya çıkar. Ama o da örnek eserleri olmadığı için günümüze gelememiş ne yazık ki.
Hoca Abdülkadir daha sonra Halil Mirza’yı tahttan indiren amcası, yani Timur’un erkek kardeşi Şahruh’un da maiyetine girer, onunla birlikte Herat’ta kalır. Herat Sarayı’nda geçirdiği günlerde sultanın adaletinin bir ifadesi olarak “Devr-i Adl” adını verdiği yirmi sekiz zamanlı yeni bir usul terkip eder. Maalesef bu usul de örnekleriyle günümüze gelememiş.
1435 yılında Şahruh, Rey şehrindeki kışlığına geçer, ama kısa süre sonra çok kötü bir haber alır. Herat’ta veba salgını baş göstermiştir. Şahruh, salgın haberini duyunca “Horasan tarafından gelen hiçbir mektubun açılmamasını, hiç kimsenin fikir yürütmemesini ve dolayısıyla halk arasında kargaşaya meydan
verilmemesini” emreder. Bu şekilde vebayla mücadele edecektir. Ne yazık ki Hoca Abdülkadir de, hiçbir müzisyene nasip olmamış bir şan, şöhret ve zenginlik içinde olsa da, o yıl vebaya yakalanarak hayatını kaybeder.
Ana dili Türkçe’den başka Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen Hoca Abdülkadir tüm kaynaklarda bestekar, nazariyatçı, hanende, udi, ressam, şair, hafız ve hattat olarak tanımlanır. Elimizde bugün bestelenmiş hiçbir Türkçe güfteli eseri olmamasına karşılık, eski Mecmua’larda Türkçe eserler bestelediğinin bilgisine rastlanıyor. Sözgelişi bestesi bugün unutulmuş olan Hüseyni Nakış Semaisi’nin sözleri “Geldi dem-i ayş-i gül” diye başlamaktadır.
Abdülkadir’in özellikle müzikolojik çalışmaları ve yazdığı kitaplar onu musiki aleminde farklı bir yere koyar. O’ndan önce eski nazariyecilerin sistemleştirdiği bir Doğu musikisi vardı. Farabi’den Safiyyüddin Urmevî’ye gelinceye kadar birçok eski İslam nazariyecisinin geliştirdiği bu musiki nazariyatına Abdülkadir’in katkıları çok büyüktür. Bu yüzden Batılı müzikologların da dikkatini çekmiştir. Sözgelişi ses konusunda da çalışmalar yapan ünlü Alman fizikçi Hermann von Helmholtz (1821 – 1894), “Tonemphfindungen” (Ses Hissi) adlı eserinde Abdülkadir’in bütün eserlerini okuduğunu ve çok yararlandığını söyler.
Hoca Abdülkadir, eserlerini yazarken kendisinden önce yazılan
eserler arasındaki çelişkileri inceleyerek onları gidermeye de çalışmış. Söz gelişi Şirazlı Kudbeddin’in, musikiden söz eden ansiklopedik eserinde, Farabi ve Safiyyüddin hakkında yaptığı itiraz ve eleştirilerine bilimsel ve teknik kanıtlarla karşılık vermiş. Kudbeddin’in bu hatalarını ameli yönünün eksik oluşuna bağlamış.
Onun müzik teorisindeki derinliğini ifade eden şöyle bir hikaye de var. Bir musiki toplantısı sırasında o yılların önemli musiki bilgilerinden olan Nasrullah Kari elinde bir kitapla içeri girer ve Hoca Abdülkadir’e “Safiyyüddin’in Kitabu’l-Edvar’ına bir şerh yazdım. Eleştirmeni ve düzeltmeni istiyorum” der. Hoca kitabı eline alarak bir süre göz gezdirdikten sonra düzeltilmesi gereken noktaları o anda sıralayarak orada bulunanları kendisine hayran bırakır. Ayrıca Abdülkadir’in aynı kitap üzerine yazdığı bir şerhi de vardır.
Abdülkadir müzik sanatını modern bir fizikçi gibi düşünmüş, incelemiş ve birçok konuya çağının bakış açısıyla açıklık getirmiş. Eserlerinde müziğin teorisini ve pratiğe yansıyan boyutlarını fizik yasalara dayanarak deneysel bir düşünce doğrultusunda açıkladığı görülür.
Merak edenler için eserlerine biraz daha yakından bakalım.
Abdülkadir Meragî’nin en çok ilgiye değer olması gereken eseri
Kenzü’l Elhan yani Nağmelerin Hazinesi maalesef kayıp. Katip Çelebi bu eseri kaydetmiş ama nerede gördüğü belli değil. Hoca Abdülkadir, diğer eserlerinde zaman zaman musiki konularının anlaşılması güç olan bölümleri için bu esere başvurulmasını salık vermiş. Ayrıca pek çok bestesinin notasını bu eserine kaydettiğini de söylemiş. Hatta bu kitap iyi incelendiğinde musiki sorunları için başka bir esere başvurmaya gerek kalmayacağını ileri sürmüş. Daha da önemlisi bu kitapta ebced notası ile yazılmış yüzlerce eserin bulunduğu belirtiliyor Hoca Abdülkadir’in diğer kitaplarında. Ele geçseydi o dönemin müziğiyle ilgili müthiş bir kazanım olurdu.
Nağmeler Topluluğu anlamına gelen Cami’ül Elhan, Abdülkadir’in elimizde bulunan en önemli eseri. Bu kitabını 1405'de oğlu Nureddin Abdurrrahman'a hediye etmiş. Kitabı 1413 yılında tekrar gözden geçirdiği ve bazı ekler yaptığı eser üzerindeki notlardan anlaşılıyor. Kitabın, üzerinde Şahrûh'a sunuş yazısı bulunan 1415 tarihli nüshasını İstanbul Nuruosmânîye Kitaplığı'nda bulabilirsiniz. Oxford’da da bir nüsha var. O nüsha Şahruh’un oğlu Baysungur Mirza için yazılmış. Kitap Farsça. İçinde bazı eserlerinin notası var ve geniş olarak yazdığı önsözünde kendisi hakkında ayrıntılı bilgi veriyor.
Nağmelerin Amacı anlamındaki Makasidü’l-Elhan ise yine Farsça olarak 1418’de yazılmış ve yazıldığı yıl Sultan Şahruh Mirza ve oğlu Gıyaseddin Baysungur Mirza’ya ithaf edilmiş. 1423’te de
Sultan II. Murad’a takdim ve ithaf edilmiş. Bu nüsha Hollanda Leiden Üniversitesi kitaplığında. Eserin ikisi Türkiye’de olmak üzere oniki nüshası olduğu belirtiliyor. Bir nüshası Londra’da bir müzayedede 11 bin sterline alıcı bulmuş. Bazı kaynaklarda Makasidü’l- Elhan’ın bazı nüshalarını, Sultan II. Murad’a ithaf etmiş olması, onun Bursa’ya kadar geldiği konusunda düşüncelere yol açmış. Ancak kesin delilleri olmadığı için bu durum bir söylenti olarak günümüze gelmiş durumda. Kitabın Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin oğlunun eğitimi için yazıldığı söyleniyor. Eser bir önsöz, on iki bölüm ve sonuç kısmından ibaret. Önsözde Hz. Muhammed’in güzel söz üzerine söylediği rivayet edilen hadisleri var. Ardından musiki ilminin ortaya çıkışıyla başlayıp döneminin musiki ile ilgili teknik bilgilerini veriyor, hanendelik eğitiminden bahsediyor, nağmelerin etkisini anlatıyor, telli musiki aletlerinin özeliklerini açıklıyor. Sonuç bölümünde ise zamanının mûsiki aletlerini sınıflandırıyor, musiki meclislerinin adabından bahsediyor ve eser bestekârlık üzerine kaleme alınmış şiirlerle sona eriyor.
Şerhu'l- Kitabü’l-Edvâr, Safiyyüddîn Urmevî'nin Kitâbü'l-Edvâr adlı eserinin şerhidir. Safiyyüddîn Urmevî'nin Kitâbü'l-Edvâr'ının başka şerhleri de vardır ancak bunların çok başarılı çalışmalar olmadıkları söyleniyor. Abdülkâdir, kendi çalışması ile diğer şerhlerin eksik bıraktığı konuları tamamlamış. Kitabı yazarken hem Safiyyüddîn'in ele aldığı konuları daha anlaşılır bir hale getirmiş, hem onun görüşlerine yapılan itirazlara cevap vermiş
hem de ona katılmadığı konularda farklı bakış açıları ortaya koymuş. Kitap üç bölümden oluşuyor. Girişte musiki kavramının anlamı, musikinin konusu ve ilkeleri ele alınmış. Ardından Safiyyüddin’in kitabıyla ilgili ondört ayrı konu açıklanmış. Son olarak da uygulama örneklerine yer verilmiş. Farsça yazılmış bu eserin bir nüshası da Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde bulunuyor.
On Fayda anlamına gelen Fevaid-i Aşere Farsça yazılan bir müzik kitabı. Abdülkadir bu eserinde diğer eserlerinde belirtmediği bilgileri verir. Eser her biri ikişer fasıllık on faydadan oluşur. Yazar burada ilginç bir şekilde bölümleri bab ya da fasıl değil de fayda olarak isimlendirmiş. Abdülkadir’in kendi el yazısı ile yazılmış eser, Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde bulunuyor. Kısa bir süre önce ise Türkçe olarak da yayınlandı.
Abdülkadir Hoca’nın Türkçe yazılmış eseri Kitabü’l Edvar’ın tek nüshası Hollanda’daki Leiden Üniversitesi kütüphanesinde. Bu nazariyat kitabında bazı eserlerinin notası olduğu belirtiliyor. Ancak bazı kaynaklar bu kitabın Hoca Abdülkadir’e ait olduğu konusunda şüpheler olduğunu da yazmakta.
Zübdetü’l- Edvar yine Abülkadir’in şu anda nerede olduğu bilinmeyen diğer kitabıdır. Sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun Tahran Büyükelçiliği müsteşarı Münif Bey tarafından Tahran’da bulunarak İstanbul’a getirildiği ve Rauf Yekta Bey’e hediye edildiği biliniyor. İçeriğiyle ilgili Abdülkadir’in kökler bahsini bu
kitaptan aldığı dışında bir bilgi yok. Umarım bu kitap da bir gün araştırmacıların eline geçer.
Abdülkadir’in müzik eserlerine gelince elimizde TRT arşivine kayıtlı sadece 26 tanesi bulunuyor. Devr-i Hindi usulüyle bestelediği Rast makamındaki Kâr-ı Muhteşem, Segâh makamındaki Kâr-ı Şeşâvâz ve Rast makamındaki Haydarname en bilinen eserleridir. Eserlerinin çoğu kayıp olan Kenzü’l- Elhan adlı kitabıyla birlikte ne yazık ki kaybolmuş. Öte yandan 17. yüzyıla kadar olan Osmanlı bestekârlarının eserlerinin pek bilinmemesine rağmen Meragi’nin bu kadar eserine ulaşılmış olması, kendi eserlerini ebced notasıyla kaydetmiş olmasına bağlı.
Bu arada şunu da belirtmek lazım ki, Hoca Abdülkadir’in aynı zamanda sâz-ı kâsât-ı çînî, sâz-ı elvâh, sâz-ı murassa-ı gayibî (kanûn-ı mezkûr-ı gayibî) adlı çalgıları icat etmesi, eski birkaç sazı geliştirerek yeniden mûsiki âlemine kazandırması, o dönemde musikideki şöhretinin artmasına ayrıca katkı sağlamış. Tabii bugün bu çalgılar kullanılmıyor ama özellikle kâselere değişik oranlarda su doldurarak ve ardından her kâseye mızrapla vurmak yoluyla değişik sesler çıkararak icat ettiği enstrüman yani sâz-ı kâsât-ı çînî o dönem oldukça dikkati çekmiş. İlk olarak Ocak 1378’de Erdebil’de Şeyh Sadreddin’in huzurunda çaldığı saz-ı kasat-ı çini, yetmiş altı adet çini kaseden meydana geliyormuş. Yine saz-ı elvah, bakırdan yapılmış 46 levhadan oluşan ve zamanında çok kullanılan bir enstrüman. İki çubuk yardımıyla
levhalara vurularak çalınır. Zaten elvah, levhalar demek.
Saz-ı murassa-ı müdevver, kanun-ı mezkur-ı gayıbi, saz-ı murassa-ı gayibi adları ile anılan mûsiki aleti ise doksan altı adet telden meydana geliyor.
Şahrud adlı uda benzeyen ancak udun iki misli uzunluğundaki çalgı ise yine onun geliştirdiği bir başka mûsiki aleti.
Abdülkadir Meragi’nin üç oğlu olmuştur. Nureddin Abdurrahman, Nizamüddin Abdürrahim ve Abdülaziz Çelebi. Her üçü de babaları gibi müzisyendir. Abdülaziz Çelebi, Fatih Sultan Mehmed’e Farsça olarak yazdığı “Nekavet’ul Edvar” adlı kitabını sunmuş. Bu eserin tek nüshası 3464 numarayla Nur-u Osmaniye kütüphanesinde kayıtlı. Bir kopyasının da Arel kütüphanesinde olduğu belirtiliyor. Yine Abdülaziz’in oğlu ve Hoca Abdülkadir’in torunu olan Mahmud Çelebi de Makasid’ül- Edvar adlı Farsça bir müzik teorisi kitabı yazmış ve özellikle dedesinin eserlerinden faydalanarak yazdığı kitabını Sultan II. Bayezid’e ithaf etmiş. Yani Hoca Abdülkadir’in musiki aşkı ve yeteneği, oğlu ve torununda da açığa çıkmış. Bu zincir şüphesiz Abdülkadir Hoca için büyük bir ödül olmuş ama tarih bundan fazlasını yapmış. Yaşadığımız kubbeye bir hoş sadanın yanı sıra Türk Musikisi adına çok büyük eserler bırakan Hoca Abdülkadir Meragî’yi musikideki unutulmazların en başına koymuş. Yüzyıllar geçtikçe tarihin ona verdiği bu ödülün değeri şüphesiz artmaya devam edecek.