Mehmet Güntekin'in fotoğraf arşivinden alınmıştır
Kâni Ağabey
Refik Hakan Talu
1994 yılındaki bir aylık Kuzey Amerika turnesinde bizi en çok heyacanlandıran konser ve semâ törenini, New York’ta Amsterdam Caddesi 1047 numarada bulunan San John Katedrali’nde yapacaktık. 1892’de inşaatına başlanan ve yüzlerce işçinin çalışmasıyla ancak 10 yılda bitirilen katedral, günün her saati, özellikle de Pazar günleri ibadet için gelenlerle tıklım tıklım dolu oluyordu. Bu devâsâ katedralin 100 yıllık tarihinde ilk defa Türk Musikisi icra edecek grup bizdik ve ilk olmanın verdiği duygular, o günün sabahından itibaren yavaş yavaş bütün vücudumu sarmaya başlamıştı.
Samimiyetle söylemek gerekirse, öğlenden sonra prova için katedrale gittiğimizde hazırlıkları biraz fazla abartmışlar diye düşünmüştüm. Girişteki büyük tahta kapının tam karşısına yüksek bir sahne yapılmış ve bütün katedralin içine 2.500 sandalye yerleştirilmişti. Ayrıca sahne dört bir yandan ışıklandırılmış ve binanın doğal akustiğine uygun, o güne kadar hiç görmediğim farklı bir ses sistemi kurulmuştu.
Konserin başlamasına bir saat kala sigara içmek için dışarıya çıktığımda ise şaşırıp kalmıştım. Kapının önündeki yüksek merdivenlerden başlayıp sokağın sonundaki köşeye doğru ilerleyen en az 100 metre uzunluğunda bir kuyruk vardı. İnsanlar belki iade bilet olur diye atkılarına, paltolarına sarınmışlar bekleşip duruyorlardı. Allahım, Hz. Pir neler anlatmıştı ki bu
kadar insan onun semâsını seyretmek, müziğini dinlemek ve şiirini duymak için Konya’dan binlerce kilometre uzakta New York sokaklarında sıraya girmişlerdi.
Sahnedeki yerimizi almış, son kez akortlarımızı yoklamış ve Doğan Ağabey (Ergin) ile göz göze bakışarak ilk eserimize, yani Kâni Ağabey’in Kâbe ziyaretinde Hicaz’dan bestelediği Telbiye’ye başlamıştık. Katedraldeki büyük putların, Hz. İsa heykellerinin, Hz. Meryem resimlerinin altında Kâni Karaca, “Lebbeyk (buyurun efendim)” diyor ve koro ona eşlik ediyordu. Ardından “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâ’m seni” ve “Nice bir uyursun uyanmaz mısın” ilâhilerini okuyacaktık. Sıra sonra da zikre gelecekti.
Zikri bilmeyenler için kısaca tarif edersek, Esmâ-yı Hüsna’nın, yani Allah’ın isimlerinin belli bir sıra içinde tekrar edilmesi diyebiliriz. Tarikatın kurallarına göre gizli, açık, ayakta, oturarak veya devran halinde yapılan zikirde bazen yedi esma, bazen dokuz, bazende çok daha fazlası ritim içinde söylenir. Zikrin başında salât, arada ise durak, naat okunur; zâkirbaşı da cumhurla beraber o tarikatın ilâhilerini söyler ve zikri idare eder.
Mevlevîler daha çok Allah ism-i şerîfi ile zikir yaptıklarından biz de aynı geleneği devam ettiriyorduk ve zikr arasında Kâni Ağabey kasideye başladığında bütün seyircilerle beraber hayranlıkla onu dinliyorduk. Makam, usul, ses sitemi, şan teknikleri, neyler, kudümler her şey bitmiş, zaman ve mekânın dışına çıkılmış adeta hepimiz onun esiri olmuştuk. Sanki karşımızdaki yüksek
balkonda duran ve tuşlarında Bach’ın eserlerinin hayat bulduğu büyük orgu kıskandırmak için aynı perde üzerinde birkaç makam icrası yapıyor sonrada nağmeleri hayal bile edemeyeceğimiz yerlere götürüyordu.
Benimle aynı meydanı paylaşan arkadaşlarım bilirler, semâ törenlerinde son taksimi yapmayı çok severim. Bu anlarda sadece nefes sesleri ve çarklardan çıkan hışırtılar duyulur, artık postnişin ve semâzenbaşı da semâ yapmaktadır.
Selman Dedem Şeyh Efendi, postun yanında dört çark attığında taksimi bitir derdi ama o gün Hicaz biraz uzamıştı. İlk bölümdeki kaside, katedralin havası ve semânın neş’esi ile bambaşka bir ruh hali içindeydim, son mızrabı vurduğumda Kâni Ağabey Muhayyer’den Bakara Sûresi’ne başlamıştı.
Katedraldeki seyirciler tıpkı Hz. Mevlâna’nın söylediği gibiydi, yetmiş iki milletten insan bir aradaydı. Amerikalı Hıristiyanlar, Türkiye’den göç etmiş Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler, New York’taki Mevlevîler, Muzaffer Efendi’nin Cerrâhî dervişleri ve bunların yanında başka yolların mensubu olan canlar… “Yüzünü nereye dönersen Allah oradadır” diyordu Kâni Ağabey ve bu seferki okuyuşu diğer günlerden çok farklıydı. Belli ki o da başka bir haldeydi. Sesi, katedralin yüksek duvarlarında yankılanıyor, bütün salon gözyaşları içerisinde ve kimse bu ânın bitmesini istemeden onu dinliyordu. Herhalde tevhid işte böyle bir şeydi.
Ertesi gün Manhattan’daki Wolcott Oteli’nde kahvaltımızı
yaparken, New York Times gazetesinde konser için “Cennetten gelen sesleri duyduk”; Kâni Ağabey içinse, “Şüphesiz yüzyılın sesi” şeklindeki başlığı okuyacaktık.
Kâni Karaca’yı ilk defa konservatuarda birinci sınıfta talebe iken görmüştüm. 1980 yılında Eylül ayının başından Haziran’ın sonuna kadar her sabah Üsküdar’dan 6.30 vapuruna binip Beşiktaş’a geçmiş ve Akaretler yokuşundan yürüyerek Nişantaşı’ndaki konservatuara gitmiştim.
Benim sabahın seher vaktinde evden çıkmamın nedeni daha hiç kimse okula gelmeden zemin katta bulunan az sayıdaki dersliklerden birinde tanbur çalışmaktı. Çünkü saat 9’dan sonra bütün sınıflarda dersler başlıyor ve bana yer kalmıyordu. Eğer bu küçük odalardan birine yerleşemezsem istemeyerek de olsa zemin kattaki Çalgı Yapım Bölümü’nün yanındaki merdiven altına gidiyordum. Ama burası gürültülü, loş ve ayakaltı olduğundan ne tanburdan çıkan sesi duyabiliyor, ne de nota okuyabiliyordum. Hatta merdiven altına yolgeçen sınıfı adını takmıştım.
İşte yine bu küçük sınıflardan birinde Artaki Candan’ın Hicaz Saz Semaisi ile uğraşırken, yandaki odadan dolu dolu tok bir erkek sesi duymuştum. Kudüm darbları eşliğinde Zekâi Dede’nin “Gönlüm heves-i zülf-i siyahkâre düşürdüm” mısraıyla başlayan Hisarbûselik Yürük Semaisi’ni okuyordu. Bir an tanburu elimden bıraktım, daha bir kulak kesildim; böyle bir okuyuş tavrını hiç işitmemiştim. Nefes alış, vurgular, basılan perdeler, makam özellikleri, hecelerin çıkışı, ifade ve eda, o güne kadar
dinlediklerimden çok farklıydı. Sanki yürük semaiyi okumuyor, bir film şeridi gibi Zekâi Dede’yi anlatıyordu.
Daha fazla bekleyemeyip dışarıya çıkmış ve sınıfın önüne gitmiştim. Kapının üzerindeki küçük pencereden içeriye baktığımda birkaç öğrenci sandalyelere oturmuş ve kapının arkasında kaldığı için sadece kudüme vuran zahmeleri tutan ellerini görebildiğim hocalarını dinliyorlardı. O hâlâ okumaya devam ediyordu: “Sad-pâre dili gonca-i gülfâme düşürdüm”.
Konservatuarın zemin katındaki bütün sınıfların kapıları karanlık, küçük bir salona açılıyordu ve ben salonda bir ileri bir geri yürüyerek teneffüs zilinin çalmasını beklemeye başlamıştım. Nasıl olsa sınıftan çıkacak ve onu görecektim. Bu arada başörtülü, kahverengi pardösülü, kendi halinde ufak tefek bir hanım da sesin geldiği sınıfın kapısının karşısına oturmuş kitap okuyordu.
Aradan 15-20 dakika geçtikten sonra zil çalmış, kitap okuyan hanım yerinden kalkmış, ufak adımlarla sınıfa yönelmiş ve kapıyı açıp, “Hâfız ders bitti mi?” diye sormuştu. Bu arada ben diğer dersliklerden çıkanlardan içerideki hocanın Kâni Karaca olduğunu öğrenmiştim. Onu salonda bekleyen ise eşi Muazzez Hanım’dı. Biraz sonra Kâni Karaca, Muazzez Hanım’ın koluna girmiş, gri takım elbisesi, siyah kalın gözlükleri, fötr şapkası, hiç çıkarmadığı kravatı ve kendine has yürüyüşü ile önümden geçerken hayranlıkla onları seyrediyordum.
Hayatım boyunca kadere inanmışımdır, yazılan ne ise mutlaka
olur ve hiçbir kimse bunu değiştiremez. Kâni Ağabey’i tanıyacağım, okulda derslerine gireceğim, daha sonra Radyo imtihanını kazanacağım, Radyo’da ona eşlik edeceğim, “Aşk ile” albümünü yapacağım ve bu büyük usta ile beraber dünyanın birçok şehrindeki konser salonlarında aynı sahneyi paylaşacağım… Bana bütün bunları onu ilk gördüğüm gün zemin kattaki sınıfın kapısında söyleseler belki de güler geçerdim, ama işte kader.
1995 yılındaki 32 günlük Amerika turnemiz Alaska’dan başlamıştı. Daha sonra Seattle’dan aşağıya inerek Amerika’nın batı sahillerindeki bütün şehirlerinde devam etmiş ve son hafta doğuya geçerek Boston Harvard Üniversitesi, New York Carnegie Hall ve ardından Washington Üniversitesi’nde bitmişti. Konserlerin birinci bölümlerinde Türk Tasavvuf Musikisi’nden çeşitli formlarda eserler seslendiriyor ve zikir yapıyor, ikinci bölümlerde ise semâ törenleri icra ediyorduk. Harvard konserimizin ertesi günü Boston’a bir saat mesafedeki Vermont’ta da bir semâ törenimiz vardı.
New England bölgesi içinde kalan Vermont’taki tipik İngiliz mimarisinde inşa edilmiş Eguinox Resort’a yerleşmiş, biraz dinlendikten sonra kaldırımları yer yer ağaçlardan dökülen yapraklarla örtülmüş sessiz, sakin bir sokakta üç kişi yürüyorduk. Ben, kolumda Kâni Ağabey ve yanımızda Hafize Yenge. Birçok kez yaptığım gibi gördüklerimi Kâni Ağabey’e anlatıyordum. Burada büyük bir ev var, bahçede çocuklar oynuyor, şimdi okulun
önünden geçiyoruz, ufak bir kız annesi ile yürüyor… Kâni Ağabey kendisi de görüyormuş gibi gülüyordu. Bu onun en çok hoşlandığım taraflarından biriydi, yaşamın içinde olmayı seviyordu. Sanki görme özürlü olması onun için önemli değildi. Tabii konunun başka bir yönü de, onun gönül gözünün açık olmasıydı ve gönlüyle nerelere bakıyordu bilemiyorduk. Belki de görme özürlü olanlar bizlerdik.
Biraz daha yürüdükten sonra, “Kâni Ağabey, bir şey rica edebilir miyim?” diye sormuştum. Böyle zamanlarda hep yaptığı gibi başını hafifçe sola yukarıya doğru kaldırıp, “Buyur canım” cevabını vermişti. “Dede’nin Şehnaz Yürük Semaisi bir türlü aklıma gelmiyor, hatırlıyorsan biraz okur musun?” dediğimde, bir an düşünüp, Sâdettin Hoca’dan (Heper) geçtiği şekilde eserin başındaki terennüme başlamıştı. “Yel lel li ye le lâ…” İşte hayatımda unutamadığım anlardan birisi de buydu. Koskoca Kâni Karaca, en az 150 yıl önce, belki Yenikapı Mevlevîhanesi’nde, belki de Dede’nin Cankurtaran’daki evinde bestelenmiş bir eserle Vermont sokaklarında sanki bana özel bir konser veriyordu ve ben nefes almaya bile korkarak onu dinliyordum. Bu duyguyu yıllar sonra Kâni Ağabey’in evinde yeni bestelediği ve ilk defa bana okuduğu Uşşak makamındaki şuğulü (Arapça güfteli ilâhi) notaya alırken de yaşayacaktım.
Ona hiçbir zaman hayat hikâyesini sormamıştım. Zaten bütün detayları biliyordum. 1930 yılında Adana’nın Adalı köyünde doğmuş, daha iki aylıkken gözlerini üvey annesi yüzünden
kaybetmiş, çok zor bir çocukluk geçirmişti. Adalı köyündeki ilk hocaları Saatçi Ali Rıza ve Abdi efendilerden Kur’an öğrenmiş, icazet almış ve yirmili yaşlarının başında İstanbul’a gelip Mustafa Özgür’ün evinde kalmıştı. İstanbul’daki hocalarından bir tanesi İbrahim Büyükçopur’un tanıştırdığı ve her zaman minnetle andığı Karaköy’deki Yeraltı Camii İmamı Hâfız Ali Üsküdarlı idi. Kur’an okuyuş tavrını ve müzikaliteyi ondan öğrenmişti.
“Kur’an Mekke’de inmiş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır” diye meşhur bir söz vardır. Ancak bu söz aslında pek de doğru değildir. Bence Kur’an tilâvetinin en güzeli İstanbul’da yapılmıştır. Özellikle “Üsküdar Ağzı” dediğimiz tavır, Kahire’de okunandan çok daha güzeldir. Üsküdar Selimiye Camii İmamı Sabri Efendi, Üsküdarlı bestekâr Hacı Faik bey, Şeyh Said Efendi gibi kişilerin okuduğu bu üslup, birçok Üsküdarlı gibi Celvetî tarikatı dervişlerinden Kaptanpaşa Camii İmamı Üsküdarlı Nâfiz Efendi tarafından Hâfız Ali Üsküdârî’ye öğretilmiş ve Hâfız Ali Efendi de Kâni Karaca’nın meşk hocalığını yapmıştı.
Hâfız Sadeddin Kaynak da Kâni Karaca’nın hayatında önemli mihenk taşlarından biriydi. İlk defa duyduğumuz bir eserin daha başlangıç notalarında ona ait olduğunu anlayabileceğimiz karakteristik bir özelliğe sahip olan, hemen hemen bütün formlarda eserler veren Kaynak, aynı zamanda Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe ezanı ve Ayasofya’da yine ilk Türkçe hutbeyi okuyan hâfızdı. 1950 yılının Ramazan’ında Yenicami’de mukabele okuyan Sâdeddin Kaynak’a Kâni Karaca’yı tanıştırmışlar ve
Ramazan bayramından sonra beş yıl sürecek dersler başlamıştı.
Hâfız Sami ve Neyzen Emin Efendi gibi isimlerle meşk arkadaşı olan Kaynak’ın Kâni Ağabey’e ilk geçtiği eserler, güftesi Aziz Mahmud Hüdâî’ye ait olan kendi Şehnaz ilâhisi, “Bana bu ten gerekmez can gerektir”, Ali Şirüganî’nin Niyâzi Mısrî’nin güftesi üzerine yazdığı Nühüft Durak “Halk içre bir âyineyim herkes bakar bir ân görür” ve Ahmed Avni Konuk’un 119 makamdan Rast Kâr-ı Natık’ı idi.
Her zaman rahmetle andığı diğer iki isim ise, ilk dersini Tophane’deki Kadîrî tekkesinde aldığı Kudümzen Sâdeddin Heper ve Neyzen Aka Gündüz Kutbay’dı. Âyinler başta olmak üzere çeşitli formlardaki dini müzik eserlerini onlardan geçmiş, Heper’den usullerin velveleli şekillerini öğrenmişti. Bu arada Nuri Halil Poyraz, Refik Fersan, Fahire Fersan gibi sanatkârlardan da meşk etmişti.
Kâni Karaca’yı 1953 yılında dinlemesi için Mesud Cemil’e götüren Hakkı Süha Gezgin idi. Kâni Ağabey o gün Nuri Halil’den öğrendiği Hicaz Durak’ı okumuş ve Mesud Cemil Bey Beyoğlu Malmüdürlüğü’nde çalışan Sâdeddin Heper’e gidip, genç öğrencisinin Radyo’da bant yapması için izin istemişti. Radyo mikrofonlarından okuduğu ilk eser, Küçük Mehmed Ağa’nın Acembûselik makamından ve Remel usulünden bestesiydi. Kendisine eşlik edenler ise Mesud Cemil, Ruşen Kam ve Vecihe Daryal’dı.
1955 yılından itibaren de Konya’daki Mevlâna ihtifallerine gitmeye başlamış ve Konya’da ihtifallerde Na’t-ı Şerîf’i okumuştu.
Bazen Naat hakkında sohbet ederdik. Kâni Ağabey Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin bu nadide eserini hem Kaynak’tan hem de Heper’den dinlemişti, Kaynak’ın Neyzen Emin Dede’den durakları geçtiğini biliyordu ama Naat için bir şey söyleyemiyordu. Bu yüzden Heper’den öğrendiği şeklin daha doğru olduğunu düşünürdü. Çünkü bu Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi’nin tavrıydı. Dede, öğrencisi Zekâi Dede’ye, o da oğlu Hâfız Ahmed Bey’e öğretmiş ve Naat Heper’e bu yolla gelmişti.
Radyo’da 1953 yılından itibaren yapamaya başladığı solo bantlarında ve konserlerinde ilk zamanlar Vechiarazbar, Nühüft, Sûzidilârâ, Evcârâ, Bayâtîaraban, Acembûselik gibi icrası zor makamlardan takımlar okumuş ve bu yayınlarında ona devrin ünlü isimleri olan Mesud Cemil, Yorgo Bacanos, Cevdet Çağla, Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, Vecihe Daryal, Sâdeddin Heper gibi sâzendeler eşlik etmişlerdi. Kâni Ağabey’in bu yayınlarda seslendirdiği eserler ilk defa İstanbul Radyosu mikrofonlarından duyulmuştu. Benim Radyo’da olduğum yıllarda ise dört şarkıdan oluşan ve Sûznâk, Hicaz, Hisarbûselik şeklindeki daha basit makamlarda bantlar doldurmuş, hatta bazen bu dört şarkıdan bir tanesini de kendi bestelerinden seçmişti. Tabii bir de Klasik Koro’da yaptığı sololar ile Doğan Ağabey’in (Ergin) Tasavvuf Korosu’nda okuduğu kasideler vardı. Ayrıca Sabâ, Nevâ, Bestenigâr, Acembûselik ve Ferahnâkaşîrân âyinlerini tek başına
seslendirmişti. Bu arada İstanbul Radyosu’nda Kore şehitleri için ilk defa okunan Mevlid de, antenlerden onun sesinden çıkmıştı.
Kâni Ağabey usta bir bestekârdı. Aruz vezni ve usuller arasındaki ilişkiyi çok iyi bildiği için eser vermekte zorlanmazdı. Dördü Neyzen Ümit Gürelman’ın olmak üzere Tâhirül Mevlevi, Hüseyin Top ve İbrahim Akçam’ın güftelerinden 17 şarkı ve ilâhi, üç adet de saz semaisi bestelemişti. “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” diye başlayan ve Hicaz makamından bestelediği Telbiye’yi ilk defa 1994 yılında Alaska Anchorage’da; Rast’tan bestelediği “Re’sul hikmeti mehâfetullah” hadisini de yine ilk olarak 2000 senesinde Toronto Massey Hall adlı konser salonunda seslendirilmişti.
2000 yılındaki turne Kaliforniya’da başlamış, Kanada’da devam etmiş ve Washington’da sona ermişti. Santa Cruz’daki boş bir günümüzde, Kebir Helminski âyin usullerini kayıt etmek istiyordu. Bir gece öncesinden sözleştiğimiz gibi ben, Kâni Ağabey ve Kebir sabah saat 10’da otelin lobisinde buluşmuş, stüdyoya gidecektik. Ne olur ne olmaz diye yanıma aldığım tanbur ile Kâni Ağabey’in kudümlerini, bizi almaya gelen minibüsün arka koltuğuna yerleştirip yola koyulduk. Biz Amerika’daki son sistem stüdyolardan birine gitmeyi hayal ederken, iki saatlik yolculuktan sonra karşımıza çıkan stüdyoya şaşkınlık içinde bakıyorduk. Şehrin dışında büyük bir çilek tarlasının ortasına konulmuş eski bir karavan iki odaya bölünmüş, üç sandalye, iki mikrofon ve iptidai bir kayıt masası ile stüdyo haline getirilmişti. Burada değil saz çalmak veya eser
okumak insanın nefes alması bile zordu.
Tonmayster mikrofonlara ufak bir ayar yapmış ve bütün olumsuz şartlara rağmen Kâni Ağabey âyinin ilk usulü olan Devr-i Kebîr’in darblarını kudüme vurmaya başlamıştı. Aradan bir saat geçmiş, son yürük semai dâhil, âyin içindeki usullerin hepsi ana ve velveleli şekilde vurulmuştu. Burada onu bir kez daha hayranlıkla dinlemiştim, bütün usuller tam giderindeydi. Darplar ne biraz hızlı, ne de biraz yavaştı, tam ritimlerindeydi. Usul kalıpları içinde de koşma veya ağır kalma gibi bir durum sözkonusu değildi. Artık otele geri döneriz diye düşünürken, Kebir, “Acaba bir Arapça kaside okuyabilir mi?” diye sormuştu. Kâni Ağabey’e durumu tercüme ettiğimizde önce biraz düşündü ardından kulağıma doğru eğilerek, “Bir Arapça ilâhiyi kaside şeklinde okusam olur mu?” dedi.
Sanat hayatım boyunca en kıymetli icralarımdan biri bu kasidedir. Turneye iyi bir tanbur götürmüştüm, ama bir ay boyunca neredeyse her gün uçak yolculuğu yaptığımızdan ve basınçtan dolayı sazın göğsüne bir şey olmasın diye eşiği devamlı söküp taktığımdan tanburun dengesi bozulmuş, teller sapa yaklaşmış, perdeler yerlerinden oynamış, sazı çalmak oldukça zorlaşmıştı. Bir de tanburîlerin bileceği gibi, rutubetli ortamlarda parmaklar ve teller ıslandığı için icra çok dikkat ister bir hale gelmişti. Bütün bunların yanında Kâni Karaca’ya tek başıma eşlik etmenin heyecanıyla şimdi arşivimin en müstesna parçası olarak sakladığım beş dakikalık kayıdı yapmıştık. İlâhiyi kaside
formunda ve Hicaz makamında okumuş, ben de cahil cesaretiyle aralarda ona yol göstermiştim.
Bazen düşünüyorum da Kâni Karaca ile o kadar çok hatıram var ki, hangisini anlatacağıma, hangisini yazacağıma karar vermekte zorlanıyorum. Konservatuar’da, Radyo’da, İstanbul Festivali’nde, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda, Rumelihisarı Yapı Kredi Festivali’nde, Nişantaşı’nda Selman Dede’nin evinde, Ertuğrul Ağabey’lerde, beraber yaptığımız yedi-sekiz saatlik uçak veya otobüs yolculuklarında, Aspendos Tiyatrosu’nda, Sydney Opera House’ta, Melbourne Sanat Festivali’nde, Carneyg Hall’da, Londra’da Kraliçe’nin şatosunda, Selanik Omega Konser Salonu’nda, Santa Barbara’da, Amerikan Olimpik Jimnastik Takımı hocasının evinin bahçesindeki davette veya Montreal’deki Tunus lokantasında.
Bir defa dinlediği koskoca âyinleri ânında hâfızasına alan, yıllar önce geçtiği eserleri ilk günkü gibi hatırlayan, son 50 yılın müzik tarihinin birçok önemli olayını acı, tatlı bizzat yaşayan, İstanbul’un son saray veya tekke görmüş müzisyenlerinden aldıklarını bugünlere taşıyan, birçok eserin unutulmamasını sağlayan Kâni Karaca, acaba Türkiye’de değil de Almanya, Fransa veya Amerika’da yaşasa nasıl olurdu diye, zaman zaman merak da ederim.
Herhalde bizdekinden çok farklı olurdu. Öncelikle bugün elimizde yüzlerce Kâni Karaca albümü ve kitabı bulunurdu. Dünyanın önde gelen konservatuarlarında veya üniversitelerinde dersler
verir, adına bölümler açılırdı. Onun için özel konserler yapılır, müzik festivalleri hazırlanırdı. Bütün bunlardan vazgeçtim, hiç olmazsa oturduğu sokağa ismi verilsin diye oraya buraya defalarca söyledim, ama nafile. Ancak 2005 yılında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda anısına bir konser yapabildim.
1999 yılıydı ve Sabancı Vakfı’nın Altın Harfler isimli hat koleksiyonunun açılışı için düzenlenecek konser sebebiyle New York Metropolitan Müzesi’nin Mısır Tapınakları Bölümü’ndeydik. Bu üç aşamalı bir etkinlik olacaktı. Sergi birkaç ay sonra Boston Harvard Üniversitesi’ne, ardından Atlanta’ya gidecek ve oralarda da konserler yapacaktık. Ben Metropolitan’da daha önce tanbur çalmıştım. 2008’de ise Faruk Hemdem Çelebi ve Peter Rogen ile birlikte, ama bu sefer müze içindeki 600 kişilik konser salonunda Divân-ı Kebîr’den şiirlere eşlik edecektim.
Altın Harfler Koleksiyonu içindeki eserlerin hepsi birer su damlası gibiydi. Şeyh Hamdullah, Hâfız İbrahim Efendi, Necmeddin Okyay, Kâmil Akdik gibi devirlerinin en ünlü hattatların eserlerinden oluşan bu serginin açılışından önce 15 dakikalık bir semâ töreni istenmişti. Sergiyi hazırlayanlara her ne kadar semânın dakika ile sınırlandırılamayacağını ve bunun bir dini tören olduğunu anlatmaya çalışsak da Amerikalılar bunu bir türlü anlamıyorlardı. Sonunda Mısır’dan getirilmiş tapınakların yüksek duvarları arasında Kâni Ağabey Naat’ı kısaltarak okumuş, Devr-i Veledî’den sonra Bayâtî Âyin’in üçüncü selâmının ortasındaki yürük semaiden başlamış ve son peşrevin ardından
Bakara suresi ile 18 dakikada âyini tamamlamıştık. Bütün her şey bittiğinde, serginin Amerikalı danışmanı, “Siz haklıymışsınız, seyirci sıkılır sanmıştık ama keşke âyinin tamamını icra etseymişsiniz, çok beğendiler” demişti. Bu arada kulise gelen Birleşmiş Milletler Türkiye büyükelçisinin ricası üzerine ertesi gün Birleşmiş Milletler binasının bahçesinde bir âyin daha yapmıştık ve asıl güzel olan da buydu. Çünkü delegasyon içerisinde Müslüman ülkelerin temsilcileri de vardı ve Kâni Karaca’nın orada olduğunu öğrenince hepsi koskoca binanın bahçesine inip yanımıza gelmişlerdi. Başka zaman yanlarına bile yaklaşamayacağımız bu diplomatlar onu yakından görmek, tanımak veya tokalaşmak için adeta Kani Ağabey’in önünde sıra olmuşlardı. Biraz sonra Kur’an okuduğunda ise Müslümanlar hayranlıkla, Hırıstiyanlar ise okunan sureyi anlamasalar bile sağ ellerini kalplerinin üzerinde, başları eğik bir biçimde dinliyorlardı.
2002 yılında “Aşk İle”yi yayınlamıştım. Toronto’dan Boston’a North West Airlines ile uçuyorduk. Elimde tanbur kutusu ile uçağa girdiğimde Amerikalı hostes, “Bu sitar mı?” diye sormuştu. Açıkçası biraz kızmış ve arka tarafta cam kenarındaki koltuğuma oturup düşünmeye başlamıştım. Amerikalı bir Hostes, Hintliler’in sitarını biliyordu, belki de haklıydı, çünkü Ravi Şankar bu sazı bütün dünyaya tanıtmıştı. Ama bizim de bir şeyler yapmamız gerekiyordu ve o anda aklıma ilk olarak tanbur albümü hazırlamak fikri gelmişti. Ancak bundan önce Türk Tasavvuf Musikisi’ni tanıtan akademik bir albümü yapmam daha doğru
olacaktı. Dünyanın çeşitli şehirlerine konserlere gidiyorduk. Oralardaki seyirciler devamlı formlar hakkında sorular soruyorlardı. Yüksek lisans yaparken Bekir Bey’le (Sıdkı Sezgin) dini musiki çalışmıştım. Doğan Ergin’den bu konuda çok şeyler öğrenmiştim ve Kâni Ağabey yanımdaydı. Bu insanlar bir geleneği devam ettirdikleri ve bu konuda otorite sayılabilecek kişilerle beraber oldukları için onlardan öğrendiklerim benim için yeterliydi. Oturduğum koltuktan kalkmış, birkaç sıra ilerideki Kani Ağabey’in yanına gidip düşüncelerimi anlatmıştım. Böylece ”Aşk İle” albümü fikri yerden 10.000 metre yukarıda, Toronto ile Boston arasında ortaya çıkmıştı.
Türk Tasavvuf Musikisi’ndeki bütün formları, insanları sıkmayacak şekilde, fazla uzun olmadan yazıp tercüme için Boston’da yaşayan tanbur sanatçısı ve ebru üstadı ağabeyim Feridun Özgören’e göndermiştim. Eser seçimi bitmiş, notalar yazılmış ve sıra kayıtlara gelmişti. Sağolsun Cengiz Onural, stüdyosunun kapılarını sonuna kadar açmış ve sâzende arkadaşlarım bütün eserleri çalmışlardı. Kâni Ağabey’in okumaları üç gün sürmüştü, her defasında onu Fatih’teki evinden alıp stüdyoya götürmüş ve sadece albümdekileri değil arşivde saklamak için bildiği bütün eserlerin kayıtlarını yapmıştık. Bunlara Rumca ve İbranice olanlarda dâhildi.
Yine bir gün Cengiz Onural ile beraber Beşiktaş’taki Pan Yayıncılık’a gitmiş, albümü anlatıp basıp basamayacaklarını sormuştuk. Ferruh Ağabey ve Işık (Gencer) hemen “tamam”
demişler, büyük bir maddi külfetin altına girerek “Aşk İle”yi yayınlamışlardı. Hatta albümün ismini de Işık koymuştu. Birkaç yıl sonra Washington Devlet Kütüphanesi Dini Müzikler Bölümü’nde “Aşk İle”yi görmem, Kâni Karaca’nın adının ve sesinin bu kütüphanenin raflarında yer alması ise bana en büyük ödül olmuştu.