KONUŞAN MEKANLAR-1
Mehmet Güntekin
DEDE EFENDİ’NİN EVİ
Kendinize özel bir gün ayırın, çünkü size çok heyecanlı bir gezinti teklifinde bulunacağım! Yolun tarifi çok kolay… Sirkeci üzerinden Sahilyolu’nu kullanarak gelirseniz, Ahırkapı Feneri’ni geçer geçmez sağ tarafta kocaman, sarı renkli tabelada adımı göreceksiniz: “Dede Efendi Evi”… Tabelaları izleyin, balıksırtı ve parke taşlı yol hafifçe sağa kıvrılacak ve 50 metre sonra sokağın solunda karşınızdayım.
Ziyaretler çok hoşuma gidiyor… Niye mi? Önceki halimi bilseydiniz, anlardınız. Öyle perişan bir haldeydim ki ziyaretçi kabul etmek bir yana, utancımdan bir an önce tamamen yıkılıp yeryüzünden silinmeyi isterdim… Sanki bir zamanlar, Dede Efendi gibi bir büyük adamın evi değildim… Hiç kimse varlığımın farkında bile değildi. Geleceğe dair hiçbir ümidim yoktu.
Galiba 1900’lü yıllardı… Terkedilmişliğin acısını biraz olsun unutturan bir olay yaşadım. İstanbul’a sığınan Rumeli muhacirlerinin bir kısmına evsahipliği yaptım. Bu çaresiz insanlar, 75 yıl önce kaybettiğim efendim İsmail Dede’nin kokusunu bana ne çok hatırlatırlardı… “Niye acaba?” diye çok düşündüm, sonra buldum: Dede de Rumeli göçmeniydi: Ne garip bir tecelli!
İşte o günlerde bir sabah, sokak kapım hafifçe aralandı. İnce yapılı, uzunca boylu ve güzel yüzlü bir genç göründü. Adı Rauf Yekta imiş. Garip bir yakınlık hissettim; çünkü onda bir başkalık vardı. Kendisini benim bir parçam gibi hissettiğini farkettim. Duygularını ve düşüncelerini okuyabiliyordum: Bir çıtırtı bile çıkarmıyordu. Sahibimin zamanla satranç oynadığını anlamış da, yanlış bir hamlesine sebep olmak istemiyor gibiydi. Bu evin, uzaktaki birinin değil, hocasına musiki öğreten adamın evi olduğunun farkındaydı. Fazla kalamadı, gözyaşlarını silerek dışarı çıktı. “Bu harabezâr, ihtimal ki birkaç seneye büsbütün yıkılır” diyerek son bir daha baktı ve yürüyüp gitti.
Bir 18’inci yüzyıl yapısıyım. Sahibim Dede Efendi 1846’da Kâbe’de ölünce, üzerimde kara bulutlar dolaşmaya başladı. Yıllar yılı yalnız ve terkedilmiş kaldım. Zamanla harem bölümüm tamamıyla yokoldu. Ayakta kalan selamlık kısmımla, yakın zamana kadar Akbıyık Karakolu olarak hizmet verdim. Aynı yıllarda üzerimde öyle değişiklikler yapıldı ki mimarim tamamen bozuldu. Karakolun taşınmasından sonra ise iyice mahvoldum, zira tamamen metruk haldeydim ve berduş yatağı haline gelmiştim. 1986’daki bir lodos fırtınasında ise yerlebir oldum.
Nihayet 1980’lerde, hamiyetperver bir elin dokunuşuyla mâkûs talihim değişmeye başladı. Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği ve duyarlı başkanı Perihan Balcı, mimar Cengiz Eruzun’la elele vererek beni ayağa kaldırmaya ahdettiler. Önlerine çıkan
akılalmaz engelleri sabırla ve inatla aştılar ve bana yeniden hayat verdiler. Bu arada, bir sırrım var: Sık sık gelip bir rüzgâr gibi her tarafımı dolaşan Dede, bana bizzat fısıldadı: “Senin ayağa kalkmana emeği geçenlere bir sürprizim var ki, Hüzzam Âyinimdeki Nihavend geçkileri aratmaz! Sonsuz hayatta, onlarla beraber olacağız! Yerleri yanımdadır!” Bu sır aramızda kalsın!
Bugün artık şükür ki geçmişteki ümitsiz günlerimden eser kalmadı. Pırıl pırılım. Ziyaretçilerim geldikçe başım göğe eriyor. Hele, genç müzisyenlerin konserleriyle, sahibimin zamanındaki o meşkleri 160 yıl sonra yeniden yaşıyor gibi teselli buluyorum.
Gelin… Dede Efendi’nin bana fısıldadığı sırlara siz de ortak olabilirsiniz. Kulaklarınızdan gönlünüze yükselen sihirli ve ışıltılı bir melodi… Bir zamanlar Dede’nin yürüdüğü, oturduğu, beste yaptığı, yemek yediği odalarda, bir neş’e-i muhabbetle, yine bir gülnihalin aldığı gönlünüze doğru bir yolculuk ... Üstelik, Dede Efendi gibi bir mihmandarın eşliğinde!
Üst kattasınız, bir odanın kapısını açtınız… Sedirde, ev entarisiyle bir dizini göğsüne çekerek oturmuş ve dalmış adama iyi bakın: O, Dede Efendi! Sizi görünce doğruluyor ve “hoşgeldiniz” diyor! Bir eserini kendisinden meşketmenin müthiş ayrıcalığını bile yaşayabilirsiniz!
Yeter ki isteyin; o, misafirlerinin arzusunu asla geri çevirmez…