MAHUR YÜRÜK SEMAİ
Refik Hakan Talu
Konservatuar üçüncü sınıfta Mesud Cemil’in ve Vecdi Seyhun’un Nihavend, Refik Fersan’ın Arazbarbuselik, Reşat Aysu’nun Kürdîlihicazkâr saz semaileri gibi teknik, süratli ve Tanbur için pekte kolay olmayan eserleri çalışıyordum.
Niyetim yıl sonu imtahanında bunlardan birini seslendirmekti. Gençlik işte, farklı düşünüyor insan, eğer eser ne kadar zor olursa o kadar çabuk pişeceğini sanıyor. Hâlbuki bir sene sonra konservatuar bitirme imtahanımda Abdi ağbi sadece Beyati bir taksim yapmamı istemişti. Koskoca dört yılın özeti üç dakikalık taksimdi.
Arazbarbuseliği Sadun hocaya dinlettiğimde olabilir ama Dede’nin Mahur Yürük semai’ni düşünmezmisin demiş ve hemen arkasındanda ilâve etmişti, saz eserlerini hayatın boyunca çalacaksın ama klâsiklere pek fazla rastlayamazsın.
Hocanın nekadar haklı olduğunu zamanla çok iyi anlayacaktım. Yıllar içinde kendi konserlerimiz hariç Hafız Post’lar, Sadullah Ağa’lar, Şakîr Ağa’lar, Dellâlzade’ler çok nadir olarak karşıma çıkmıştı. Bu bestekârlar yaşamamış veya bu eserler yapılmamış gibiydi. Sanki kim olduğunu bilmediğimiz birileri müzik hafızamızı silmek istemiş ve bir şekilde bunu da başarmışlardı.
Aslında hepimiz suçluyduk. Meselâ ben, Tanbur çalıyordum, kurduğum topluluklarla yaptığım konserlerde repertuarı
sandıktan çıkartıp mümkün olduğunca Dede’lerden seçmeye çalışıyordum ama radyoda bir soliste eşlik ederken onun kendi zevkine göre getirdiği şarkıları çalmak zorunda kalıyordum. İşte bu noktada ben yokum demek gerekiyordu ama nasıl.
Moskova konserinden sonra uçağa binmiş akşam saat on buçuğa doğru buz gibi bir havada Sen Petersburg havaalanına inip kısa bir araba yolculuğunun ardından Çar Petro oteline yerleşmiştik. Otelin karşısındaki Türk lokantasında yemek, kahve, sohbet derken vakit gece yarısını geçmiş, bir türlü uykumuz gelmediği için biraz dolaşmak istemiş ve Serkan‘la beraber kendimizi Petersburg sokaklarında bulmuştuk.
Bekli Dostoyevski’nin veya Çaykovski’nin yürüdükleri sokaklarda geziniyor belki de oturdukları evlerin önünden geçiyorduk bilemiyorum, ama bir yandan yürük semai usulünü vuruyor bir yandan da aklıma nereden geldiyse Dede’nin Mahur Yürük semaisini söylemeye çalışıyordum. Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenâre düştü.
Aşk kelimesinin aşaka fiil kökünden geldiğini okumuştum. Aşaka Türkçeye sardı, sarmaladı şeklinde geçmiş ve sarmaşık nesnesinin karşılığı olarak kullanılmış. Daha basit bir tarifle, bir şeyin başka bir şeyi sarması, âşıkla maşuk hikâyesi ve sonunda âşık’ın ölüp ikiliğin tek olması.
Dede’de aynı böyledi. İnsanı hicaz veya ferahfezayla, devr-i kebir’le, beste ve ağır semai ile yavaş yavaş sarıp, hareket edemez,
bir şey düşünemez hale getiriyor, sonunda tamamen kendine esir ediyordu. Artık o anlarda başka âlemlere gidiyordunuz. Yenikapı mevlevihanesinde, III. Selim’in sarayında veya 1800’lerin İstanbul’unun hiç bilmediğiniz köşelerinde hayallere dalıyordunuz.
Dostoyevski ve Çaykovski aşağı yukarı aynı yıllarda Petersburg’da yaşamışlardı. Bugün bir solukta okuduğumuz veya nefes bile almadan dinlediğimiz eserlerinin çoğunu bu şehirde yazmışlardı.
Belki de Petersburg’un soğuktan donmuş kanalları üzerindeki taş köprülerde yürürken Mahur semaiyi aklıma getiren bu beraberlikti.
Öncelikle Dede ve Şeyh Galip Yenikapı Mevlevihanesinde Ali Nutkî Dede’nin dervişleriydi. Onlarda aynı şehirde üstelik aynı mekânda yaşamışlardı. İkiside Yenikapı’nın hücrelerinde çile çekmiş, tekkenin lokmasından yemiş, suyundan içmiş ve Ali Nutkî Dede’nin manevi terbiyesinde yetişmişlerdi.
Şeyh Galip’in yirmibeş yaşına gelmeden yazdığı Divan’ından birkaç şiiri yine konservatuarda edebiyat hocam Ahmet Kabaklı sayesinde ezberlemiştim. Ayrıca benden söz almıştı Kabaklı hoca, Hüsn-ü Aşk’ı okumalısın, ancak o zaman Galip’i anlayabilirsin demişti. Hüsn-ü Aşk, Nabi’nin Hayr-abad’ından daha güzel bir eser yazılacağını göstermek için kâğıtlara dökülmüştü, ama ortaya öyle bir Hüsn çıkmıştı ki iki yüz yıla yakın bir süre tekkelerde, konaklarda, saraylarda, kahvelerde, evlerde
anlatılmıştı.
Sen Petersburg’da kar biraz daha hızlanmış, Serkan’la paltolarımıza iyice sarılmıştık. Cahit Sıtkı Tarancı’nın bu tatsız akşam saatinde görünmez kanatlarınızla cama vurmayın hatıralar dediği gibi Şeyh Galip ve Dede’ye ait hatıralar zihnimde canlanırken Kazansky Katedralinin önünden geçmiş, otele doğru yürümeye devam ediyorduk.
Şeyh Galip’in ve Dede’nin el yazılarını Yenikapı Mevlevihanesi ayin defterinde görmüştüm. Tekkenin son şeyhi Abdülbâki Efendinin torunu Bâki beyin Nişântaşındaki evinde Yenikapı’dan çıkma ayin defterini elime aldığımda heyecandan kalbim duracak gibi olmuştu.
Kolay değil, Dede’nin Hüzzam, Ferahfeza kayıp Isfahan ayinleri kendi el yazısı ile karşımda duruyordu, birkaç sayfa ileride de Şeyh Galip’in mührü. Yenikapı’nın diğer ayin ve naat defterleri ile II Defter-i Dervişan’da masanın üzerindeydi, Abdülbâki Nasır Dede’den Celâleddin Dede’ye kadar kimler yazmamıştı ki bu defterlere.
Dede, Mahur semainin ardından Şeyh Galip’ten birde segâh tevşih bestelemişti. Başka bestekârlarda zaman zaman Galip’in sözlerini notalarla süslemeye çalışmışlardı. III. Selim’in Şevkutarap Kâr’ının, Sultan Vahdeddin’in Ferahnâk şarkısının, Hacı Faik Bey Acem ağır semaisinin, Tahirbuselik ve Gerdaniye bestelerinin, Hacı Arif Bey’in meşhur Kürdilihicazkâr’ırın güfte kısmınlarının karşısında hep Esad mahlâsını kullanan Şeyh
Galip’in imzası vardı.
Tanpınar haklıydı, İsmail Dede isimli makalesinin hemen başında şöyle bir satır vardı. “ Filhakika, zamanında ve hatta daha ötesinde konuşan tek ses, onun sesidir”.
Dede bundan güzel ifade edilebilirmiydi, hayır. Yolculuklar kendinden kendine, içe doğru idi ve Dede bizi bir seyahate davet etmiş, onun açtığı kapıdan içeriye girip kendimizi bulmuştuk. Daha talebeyken Tanpınar’ın bu makalesindeki bazı satırlarının üzerini kırmızı kalemle çizmiş, hiç unutmamıştım.
Yine Tanpınar’da bir cümle ”Dede okumaz, çağırır”şeklinde başlıyordu. Eyvallah, ama bu seferki çağırma Dede’ye yapılan bir davetti. Bahanenin adıda belliydi, III. Selim’den günümüze kadar süren, kültür hayatımız için hiçbir anlamı olmayan sözde batılılaşma.
Dede artık bu oyunun tadı kalmadı diyecek ve kutsal topraklara gidecekti. Yeri çoktan hazırlanmıştı, Hz. Hatice’nin ayakucu onu bekliyordu. Beraber yola çıktıkları Dellâlzade ve Mutafzâde’ye bir kere daha Nâyi Osman Dede’nin Miraciye’sini geçip, Yunus Emre’nin sözleri üzerine evsat usulü şehnaz makamındaki son ilâhisini bestelemiş ve bir kurban bayramının ilk günü doğduğu gibi yine bir kurban bayramının ilk günü sır olmuştu.
Çar Petro otelinden içeriye girdiğimizde şapka, atkı ve eldivenlerimizi çıkarmış paltolarımızın üstündeki karı silkeliyorduk. Serkan, ağbi bir kahve içelim demişti, anlaşılan
artık bu gece uyku yoktu. Cam kenarındaki masaya oturduğumda otelin giriş kapısı yanında duran kitaplıktan aldığım Dostoyevski’nin hayatını anlatan broşüre bakıyordum. 1881 deki cenazesine otuz bin kişinin katıldığı yazıyordu. Acaba 1799’da kırk iki yaşında Galata Mevlevihanesinin hamuşanına defnedilen Şeyh Galip’in namazını kaç kişi kılmıştı.
Serkan’ın getirdiği kahveyi içerken kar tanelerini seyrederek Mahur semaiyi tamamlamıştım. Reh-i Mevlevide Galip bu sıfatla kaldı hayran, Kimi terk-i nam u şane itibare düştü.