MAKÂLÂT-I MESÂ‛İL-İ MÛSIKÎ
MUSTAFA DOĞAN DİKMEN
“Mûsıkî mes‛eleleri”;ya‘nî daha bir Osmanlıca’sı ile, “mesâ‛il-i mûsikî”. “Mesâ‛il”; tahmîn edileceği üzere, “mes‛ele”nin çoğulu. “Mûsıkî” ise bildiğimiz müzik.. Böylece, baş mes‛elemiz karşımıza bütün azameti ve şöhreti ile çıkıveriyor. “Makâlât” ise saygıdeğer efendilerim’in ma‘‛lûmudur...
İSİM
Neden sâdece “müzik” değil de, hemen ilk harfinden sonra gelen “u” harfini kalın ve uzun okuyarak, “kaf” harfini belli etmek için “k” harfinden önce gelen; aslında “i” okunmak isterken “ı” olmanın ne denli müşkîl olduğunu zar-zor idrâk etmiş bir harfin yardımı ile kalınlaşmış “k” harfi ve “Osmanlıca” ta‘bîr edilen; “Eski Türkçe” yazımında “y” ile çekildiği için aslının da dejenere olması bahâsına hoş; fakat tatlı bir müzikalite ile okunan, uzunca ve biraz incelmiş bir “i”.. Buyurunuz efendim; “mûsıkî...”
Müzik ise; o da bizden değil. “Mûsıkî”(musique) ne kadar Fransız ise, o da o kadar İngiliz (music). Fakat, hakkını teslîm etmek lâzım ki, daha beyn-el-milel.. Aralarındaki; “music” in ezici farkla kazandığı şöhret, Amerikalıların da İngilizce konuşmalarından olsa gerek...
Müzik târihimizi incelediğimizde; Fransız müzisyenler, İngiliz müzisyenlerden daha sık çıkıyor karşımıza. Aslında bu durum ma‘lûmdur ve esas mes‛elemiz değildir. Zâten “müzik veyâ
“mûsıkî”; maksad hâsıl oluyorsa her ikisinin de kullanılmasında; zaman-zaman birinin tercîhen kullanılmasında ne gibi bir sakınca olabilir ki bu konu mes‛ele edilsin.. Daha eski dönemlerdeki yazılı kaynaklarda da bulunmasına rağmen, yakın târihimize baktığımızda; Osmanlı’nın genişlemesi ile birlikte kültürel etkileşim; ve Avrupa ile her sâhadaki alış-verişi netîcesinde benliğini yitirmeye başlamış müzik kültürümüzün, özellikle Sultân II. Abdülhamid Hân zamânından; bugün sahaflarda ulaşılabilmesi imkân dâhilinde yazılı kaynakları bulunan, Avrupa’nın lehine daha da yoğunlaşmış Osmanlı-Fransız ilişkilerinin tabîî sonucu olarak, “mûsıkî” tanımının kullanılması hiç de yadırganacak bir hâdise değildir.Ve hattâ, mes‛ele edilmesi dahî gereksizdir.. Ammaaaa, eğer ki konu bir Türk San‘âtı; ve coğrafyasında barındırdığı her türlü kültürden etkilenerek zenginleşen; sonra da bu kültürler manzûmesini İmparatorluk süzgecinden geçirerek rafine edip, ayrıca geliştiren Osmanlı San‘âtkârlarının bıraktığı mîrâs; bu mîrâsın bugüne intikâl yolculuğunda çektiği meşakkât ve uğradığı tahrîbatın hitâmında, zamân XXI. asrın ilk çeyreğini gösterirken Müzik San‘âtımız’ın ahvâl-i perîşanı tahammülü imkânsız seviyelere düşmüş ise; irili ufaklı her türlü çarpıklık bizim hayâtî mes‛elemizdir.
“...Çarpıklık bu isim kargaşasının neresinde?...ha biri olmuş, ha öteki ne fark eder...” demeyiniz. Zâten konunun, benim müştekî olduğum kısmı da bu değildir. Ben, bugün “mûsıkî” tanımının, bilir-bilmez veyâ yalan-yanlış yazılıp; feleğin çenberinden geçerken kat ettikleri mesâfe anlaşılmasın diye, olanca
çıtkırıldımlıkları ile yapmacıklaşırken, seyrinin insana nasıl ıztırâb verdiğini tahminden dahî âciz olan hanımefendilerle, ef‛a (Cinsel tercîhleri bakımından hanımefendilere daha yakın beyefendiler) beylerin ağızlarında oraya buraya çekiştirilmesinden de değil; kelimenin sâde mâ‘nâsını bir kenara koyup, ağızlarında dolu-dolu bir muhtevâ imiş gibi kullanarak, bundan elde ettikleri sözüm ona pâye; ve bu pâyenin satışından gasp edilmiş vergisiz kazançtan söz ediyorum. Kimsenin cinsel kimliğini sorgulamak haddim değildir, insan hakları çerçevesinde saygı duymak gerektiğine de inanırım, ama sâdece cinsel tercîhleri sebebi ile susarım. Lâkin, cinsel tercîhlerini müziğime de bulaştırmaları karşısında susarsam, artık başkaca söz söyleme hakkım olamaz...Dünya siyâset ve san‘ât târihi, önemli roller oynamış; fakat cinsel olarak seçimleri, hem-cinsleri olan çok sayıda sanatçı ve devlet adamının başarılarına ve konularında bütün dünyayı yönlendirmelerine şâhit olmuştur. Pek çoğumuz farkına varmadığımız için bilmeyiz. Çünkü işlerini özel durumlarını kullanarak yapmamışlardır.
Bendenizi, Türk Mûsıkîsi ve bu san‘âtın dünyadaki yeri; ayrıca, dünya insanlarının bana ‘âid olan bu müziğe bakışı, duyuşu, benimseyişi ve dinlemeyi taleb edişi açısından ilgilendiren ve içimi acıtan tahammül edilemez çirkinlik şu ki; ulemâ, mecbûren kendini sırlarken cühelânın ortalarda gezinip de doğru-düzgün “müzik” demeyi bile beceremediği halde, sanki bir asâlet atfediyormuş ve kendisi de san‘âttan anlıyormuş; mensûbât-ı câm‘ia imiş gibi yalan-yanlış “musiki” ve “musîkî” veyâ “muzikî”
diyerek ‛ilm satmaya çalışması; netîcede bilinçli denetimden yoksun olan ve aslında, mâlik olmaya mecbûr olduğu bilgi, görgü, tecrübe ve iş ahlâkından bî-haber basın veyâ medyamız sâyesinde maksadına ulaşmasıdır.
EZ-CÜMLE
“Türk Müzik San‘âtı” nın mesâ‛ili gerek yazım; ve gerekse söylem bakımından tanım olarak uğradığı mezâlimden ibâret değil elbette.. Kıymetli efendilerimin dikkatlerinden kaçmamıştır ki, yazılış veya muhtemel baskı hatâları için gerekli hoşgörüyü peşînen taleb etmekle; ilgilendiğimiz konu ve bu konunun asıl kaynağını teşkil eden Türk Müzik San‘âtı’nın literatürü gereği, hem kullandığım kelimeler hem de bu kelimeleri yazış tarzım; latinize1 edilmiş hâli ile, maksadı mümkün olan en doğru şekilde ifâde edecek biçimdedir. Aslında bu makâlemizde, Latin harfleri ile ile yazım şekli; ve daha da detaylısı, XVIII. asırdan önceki metinlerin çevirisinde kullanılır. Bendeniz, bu makâlede elzem olmamakla, ve veyâ gereksiz; hattâ ilgili bilim câm‘iası tarafından yanlış dahî sayılmakla; bu meyanda, Türk dili ve yazı ile ifâdesinin uğradığı bilinçli; ve fakat haksız tahrîfâta bir nebze dikkat çekebilmeyi murâd ediyorum. Aslında yazım şeklimin, müzik mesâ‛ili ile ilgilendiğim devir (asırlar) için gereksiz olmakla berâber, kullanılan işâretlerin de yetersiz olduğu gerçeğinin idrâkindeyim. Bundan başka, bazı uzatma (^) işâretlerinin ve harflerin (kelimenin sonunda olmamak kaydı ile; aslında “d” olarak yazılan harflerin, bugün Türkçede “t” olarak kullanılması
gibi...) konuşma diline göre yazıldığını arz ederim... Ayrıca metinde, bugün sıklıkla kullanılan yeni kelimeler, deyimler ve cümleler de mevcûttur. Zîrâ XXI. asırda yaşıyoruz. Fakat kökü mâzîdeki âtî olmaktan kurtulamıyoruz. Aslında kurtulmak istemiyoruz...
Bence bundan kurtulmaya çalışmak, Sinan’dan , Itrî’den, Fuzûlî’den, Dede’den, Şeyh Gâlib’den, Yahyâ Kemâl’den kurtulmaya çalışmaktır. Onlar dan kurtulmak ise eserlerinden kurtulmakla olur. Yüreğiniz kaldırabiliyorsa yıkın Süleymâniye’yi, Topkapı Sarayı’nı, Galata Mevlevîhânesi’ni, Selîmiye’yi.. Yakın Ayasofya’yı ve içindekilerle birlikte yakın kütüphâneleri. Kırın bir asır öncesinden kalan sesli belgeleri ve yırtın el yazması notaları. Bunlar, Cumhûriyet târihinin mi‛‘mârî yansımalarından olan “İstanbul Radyosu Binâ‛sı” nı, asıl amacının dışında kullanılması için gözü ($) yeşiline dönmüş çıkar çevrelerine peşkeş çekmekten daha kolay değildir, lâkin aynı kapıya çıkar...
Yok yook, siz dinlemeyin bu haddini bilmezi… Süleymâniye, Selîmiye ve diğerleri ile birlikte bu ulu şâirlerimizin dîvanları; taş plaklar, matbû‘ veyâ el yazması notalar yerli yerinde dursun, çok iyi korunsun ve temiz kullanılsın. Temiz kullanılsın ki, meydana getirilişlerindeki maksad hâsıl olsun. Ve cehlini idrâkden ‘âciz; kendini ulemâdan zanneden cühelâ, bu kültür mîrâsının
1 “Latinize” kelimesi, akademik çevrelerce de benimsenmiş; kullanıla-gelen, fakat galat bir kelimedir. Eski harflerle yazılmış metinleri bugünkü Latin harflerine çevirerek yazmak anlamında kullanılmaktadır..
kopyalarını çekip asıllarıymış gibi pazarlayamasınlar.
BİR ZAMANLAR MÛSIKÎ
Kaygan zemîn
Âlemdeki her mahlûk gibi; eşyânın tab‘ı gereği, san‘ât da değişim hâlindedir. Umulur ki bu değişim “tekâmül” olarak tanımlansın. Lâkin, bu değişimin ne yönde olacağını çoğu zaman toplumun sosyal ve ekonomik durumu belirler. Sözün özü; san‘âtın ahvâl-i perîşânı, gerek dünyanın gerekse ülkenin içinde bulunduğu hâl ile doğru orantılıdır. Bu gerçekten hareketle; Türk Müzik San‘âtı’nın muhteşem yüzyılı “Sultân III. Selîm Devri” ve bu devirden güzerân etmiş bestekârların birlikte yaşayıp; yaşattıkları “III. Selîm Ekolü” nden buyana kaydedilen iniş ivmesinin dramatik şeması, sâdece toplumun yozlaşmasının resmidir diye adlandırılabilir mi?.. Bunu söylemek bu zevk sâhibi millete haksızlık olmaz mı?..
Yeniçeri Ocağı’nın siyâseti bildiği gibi yönlendirmesi ve savaşlardaki bazı taktik hatâların ganîmet kaybına sebebiyet vermesi; ve dahî menfa‘atlerine muhâlif başkaca birçok nedenle her canı isteyen fitne odağının kolayca kullanıverdiği ; sonuç olarak, “istemezük!..” le başlayan kargaşa ve cân almalar Selîm-i Sâlis Hân’ın, “Nizam-ı Cedîd” i kurarak bu sorunlu ocağa bir şekil vermesi lüzûmunu doğurmuştur. Ama başlattığı ıslahât hareketlerinin diyetini; Türk Müzik San‘âtı, geri kazanılması imkânsız bir değer kaybı ile ödemiştir. Lâkin ok yaydan çıkmıştır
bir kere...
III. Selîm’in 1807 yılındaki şehâdetinden sonra yerine geçen IV. Mustafa’nın saltanatı 1 yıl sürerken, bu karışıklıkta hem siyâsi ortamın gerginliğinden, hem de Hammâmî-zâde Dede İsma‛il Efendi başta olmak üzere bir çok bestekârın hâlâ çok tâze duran teessüründen dolayı, Mûsıkî’de târihe kayıt düşülebilecek bir hâdise yaşanmamıştır. Bu durum, âdetâ Türk Müzik San‘âtında bir “Fetret Devri” dir. Fakat bundan sonra, 1808 de tahta çıkan; hem iyi bir devlet adamı, hem iyi bir bestekâr2 ve hem de çok yüksek derecede bir hattât olan Sultân II. Mahmûd, bu saydığımız sıfatlarından da anlaşılacağı üzere san‘âtkâr yaratılmış bir Pâdişâhtı...
31 yıl süren saltanatı zamânında, hem dünyanın hem de buna bağlı olarak Devlet-i Âlî’nin içinde bulunduğu ahvâli iyi idâre etmekle kalmayıp; özellikle kültürün üzerine tozu dumana katmış bütün gücü ile gelen Avrupa’ya karşı kullandığı “Muzıka-i Hümâyûn” kozu ile de, özellikle Türk Müziği’nin derin bir nefes alabilmesini sağlamıştır.
Yanlış okumadınız kıymetli Efendilerim; Sultân II. Mahmûd’un, “Âsâkir-i Mansûre-i Muhammediye” yi kurmak; ve fakat, lâv ettiği Yeniçeri Ocağı’na bağlı olan “Mehterhâne” yi de yok etmesi
2 Özel koleksiyonlarda bulunan kayıt dışı eserlerinden başka; TRT Repertuarında kayıtlı; “Adlî” mahlası ile bestelediği 24 eseri( 1 Saz eseri 23 sözlü eser) mevcûddur.
sebebi ile, mûsıkî târihine kendini hiç de hoş olmayan ifâdâtla kaydettirdiği bir vâkıa‛ dır. Lâkin, Mûsıkî Câm‘iası böyle düşünmekte haklı olduğu kadar, memleketin içinde bulunduğu durumu ve kültür erozyonu tehdîdini göz önünde bulundurmak sûreti ile, Sultân II. Mahmûd icrââtının hakkını teslîm etmeğe mecbûrdur.
Öyle bir devir ki; Osmanlı’nın artık eski gücünde olmadığı Avrupalıların müşahhas (somut) bir şekilde ma‘lûmudur.. Emperyalist güçler, amaçlarına hizmet edecek anâsırın en mühim unsuru olan mûsıkî başta olmak üzere, geleneksel kültürü dejenere etme çabasını, âriflerin kolayca anlayacağı biçimde gizlemeden sürdürüyor. Ya diğer zevât?... nasıl olsa davul-zurna ile bile uyanmaz...
O dönemlerde, Türk Toplumu’nun hiç de azımsanmayacak bir kısmının san‘âtla; dolayısı ile müzikle iç - içe yaşadığı ve san‘âtkârların, müziği medâr-ı ma‘îşet maksadı ile meslek olmaktan mâ‘dâ, hayat tarzı olarak kabûl ettikleri bir vâkıa‘dır. Bu sebeple, san‘ât bakımından yaşanmak zorunda kalınan tâlihsiz zamânın; meşk silsilesi ile nesiller arasında çok sağlam temellere dayanarak intikâl etmiş, gelenekli3 Türk Müziğine olumsuz te‛sîri; Cumhûriyet’in henüz kurulduğu yıllarda, tahrîb maksadı ile uygulanan Devlet politikasının mezâlimine varıncaya kadar hayli uzun zamân almıştır.
Muzıka-i Hümâyûn
-Muzıka-i Hümâyûn’dan Riyâset-i Cumhûr Flarmoni Orkestrasına..
Kronolojik olarak daha sonra yazılması gereken bir mes‛ele hakkında şimdi kısaca bahsedivermeyi elzem görüyoruz. Zîrâ, bugün Türk Müziğinin yaşamak zorunda bırakıldığı vahâmetin müsebbibi Muzıka-i Hümâyûn’u kuranlar olmamakla beraber; netîcenin ne olacağını kimsenin tahmîn edemeyeceği bir garâbetin fitilini ateşlemişlerdir. Niyetleri elbette hâlis-ânedir.
3 Emin Kakan ile sohbet: İlk defâ Uğur Derman, Ankara’da yapılan bir kültür kongresindeki tartışma esnâsında; geleneksel san‘âtlarda, “geleneksel” kelimesi yerine “gelenekli” kelimesinin kullanılmasını önermiştir. Bu öneri,önceleri hâzurûn arasında münâkaşaya sebep olsa da; netîcede, “gelenekli” kelimesinin kabûlü ile alâkalı güzel bir ortam oluşmuştur. Hattâ, bu münâkaşadan sonra “YÖK” e “geleneksel” yerine “gelenekli” kelimesinin kullanımının yaygınlaştırılması ile ilgili tavsiyede bulunulmuş; fakat pek ilgi görmediği için yaygınca kullanılmamıştır.Vâkıa‘ bu kelime müte‛addid defâlar, Ebrûzen Alparslan Babaoğlu tarafından kullanılmıştır. Uğur Derman, “geleneksel” kelimesi yerine “gelenekli” kelimesini tercîh etmenin sebebini şöyle açıklamaktadır; “...Geleneksel deyince, sanki eskinin bir kopyası bugün yapılıyormuş gibi bir ma‘nâ çıkıyor. Hâl-bu-ki, gelenekli deyince; siz gelenekten faydalanıyorsunuz, ama onu aynen taklîd etmiyorsunuz. Yenilikler koyuyorsunuz. Yenilikler koyuyor olmanıza rağmen de gelenekten kopmuyorsunuz…”
Lâkin, yaşanması kuvvetle muhtemel bu hâl-i perîşânı kim tahmîn ederdi ki.. Bugün sâdece bir ünvân olarak da olsa, Cumhûrbaşkanlığı’nın himâyelerinde bir senfoni orkestrasına karşı değilim. Lâkin, Atatürk’ün yoğun siyâsî ve ekonomik problemleri çözmeğe çalıştığı; Memleket’in o bilinen zor dönemlerinde bile, temâdîsi için gayretle koruyup kolladığı “Riyaset-i Cumhûr İnce Saz Hey‛eti”nin4 fa‛âliyyette olmayışına; üstelik bu ma‘nâsız vahâmetin “Atatürkçülük” adına îfâ edilişine buğz etme hakkım bakîdir.
“Muzıka-i Hümayûn” adı ile kurulan topluluk, Cumhûrbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın temelini oluşturmuştur. 1924’te Atatürk’ün isteği ile Ankara’ya taşındıktan sonra 1932’de “Riyâset-i Cumhûr Filarmoni Orkestrası” adını almış; ve bundan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak hizmetlerine devâm etmiştir.. 1957 yılında Orkestranın Özel Kuruluş Yasası çıkmış; ve “Riyâset-i Cumhûr Senfoni Orkestrası” (Cumhûrbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) adını almıştır. Orkestra, günümüzde T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlıdır. Hilâfetin kaldırılmasından 8 gün sonra, 11 Mart 1924’te orkestra, Ulus’ta bulunan ilk TBMM 'nin karşısındaki binâ‛ da Ankara’daki 1’inci konserini vermiştir. Yeni hükümetin önünde ilk sınavını böylece veren orkestra, 27 Nisan 1924 târihinde Cumhûrbaşkanı Atatürk’ün emri ile Ankara’ya taşınıp, ilk şefi Zeki Bey’in (Üngör) yönetiminde çalışmalarına burada devâm etmiştir. Türk Ocağı’ndaki konserlerin yanı sıra radyo konserlerine de önem
vermiştir.
Genç Cumhûriyeti idâre eden bir kısım zevât, nedendir bilinmez, bu yüce Millet’in İstiklâl Harbinde, önce dînini daha sonra örf-âdet-gelenek-kültür ve nihâyet nâmûsunu korumak için şehâdet şerbetini güle-oynaya içtiğini unutup; bu yolda, biz kulların takvîmine göre zamansız toprağa karışmayı göze aldığı değerleri hiçe sayıp ve hattâ bu değerleri yok etmek için zaman zaman zor da kullanarak, kime ve hangi kutsal(!) gâye adına hizmet verdiğinin farkında; lâkin bu asîl Milletin farkında olmaksızın;
4 Devlet Klasik Türk Müziği Korosu adıyla Cumhûriyet’in kuruluşunun nihâyet 52’inci yılında T.C.Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak kurulmuştur. ;(Kuruluş kararnamesi 15.11.1975 târihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır.) Ve, “Türk Musıkisi Vakfı” ile “Kültür Konseyi Derneği”nin Koro yönetimi ile ortak çalışmaları netîcesinde, Cumhûriyet kültür târihinde bir devrim kabûl edilecek kararnamesi, 12.10. 2012 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanarak, ünvânı, “Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu” olmuştur. Bu ünvânla ilk konserini 2012-2013 sezonunun açılışı dolayısıyla 14.10.2012 târihinde İstanbul’da CRR Konser Salonu’nda; resmi anlamdaki ilk konserini ise 18. 01. 2013 tarihinde Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün ev sahipliğinde ve devletin üst düzeyi ile seçkin bir davetli topluluğu huzurunda Çankaya Köşkü'nde vermiştir. “Riyâset-i Cumhûr Flarmoni Orkestrası” (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) ile aralarında 80 yıllık bir zaman dilimi; Cumhûriyetin îlânından hemen sonra kurulan fakat, Ulu Önder’in Hakk’a yürüyüşü ile işlevi kısa sürede sonlandırılan “Riyâset-i Cumhûr İnce Saz Hey‛eti” ile arasında ise 74 yıllık bir zaman dilimi mevcûttur.
pervâsız davranışlarla ve hastalıklı kararlar alarak, netîceyi hak etmediğimiz; bizi yansıtmayan ve ta‘rîf etmeye çoğu zaman utandığımız bugüne taşımışlardır.
Aslında bu hazîn durum, ferâset sâhibi bir Bayburt’lunun herkesin ma‘lûmu; iyi bilinen bir hâdisenin sonunda darb-ı meselleşmiş şu cümlesidir.
“...- Bayburt Bayburt olalı böyle zulûm görmedi !...”
iyetimiz, “Makâlât-ı Mesâ‛il-i Mûsıkî” nin bundan sonraki bölümünde, “Muzıka-i Hümâyûn” ile; meydana getiren esbâbı yazarak başlamaktır. Kısmet ne olur bilinmez...
“Görelim Mevlâ n’eyler, n’eylerse güzel eyler”
BİBLİYOGRAFYA
- Büyük Türk Mûsıkîsi Ansiklopedisi, Yılmaz Öztuna,T.C. Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri Dizisi 149, Ankara, 1990
- Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat,Ferit Devellioğlu,Ankara 1982
- Yalçın Çetinkaya ile sohbet, “Mûsıkîye Dâir” programı, İstanbul Radyosu TRT Nağme, yayım târihi: 28.10.2012
- Emin Kakan ile sohbet
- Mehmet Güntekin ile sohbet
- Kapak resmi, Mehmet Güntekin’in fotoğraf arşivinden alınmıştır.
NOT: “ALATURKARECORDS”; Kebikeç için güncellenerek genişletilen makâle’nin, sâdece bu bölümü; “ANDANTE”, Kasım-Aralık 2004/yıl 2, sayı13 de s.76-77 de, Klasik Türk Müziği kısmı’nda “mûsıkî mes‛eleleri” başlığı ile yayımlanmıştır.