GÜNÜMÜZ TÜRK MÜZİĞİ DÜNYASINDA
“MÜZİK KÜLTÜRÜ” SORUNU
Mehmet Güntekin
Müzik Kültürü
Müzik kültürünü oluşturan unsurlar çeşitlidir. Bu unsurlar; Müziğin ait olduğu kültürel yapı içindeki yeri ve ortamı; müziğin yakın veya uzak diğer kültürel yapılarla ilişkileri; sosyal ve siyasi olaylar karşısında oluşturduğu etki ve tepki mekanizmaları şeklinde sınıflandırılabilir. Ayrıca müziğin üretilmesi, seslendirilip sunulması ve hitap ettiği kitle üzerindeki etkileri, müzik kültürünün diğer altyapı unsurlarıdır. Nihayet, müziğin somut ve soyut bütün yönleriyle ilgili teorik, pratik, edebi, felsefi, tarihi ve sosyal karakteristiklerinin niceliği, niteliği ve hâlihazırdaki durumu gibi ana başlıklarla özetleyebileceğimiz; her biri kendi içinde alt başlıklarla bölümlenen ve karmaşık aşamalardan oluşan bir yapının toplam sonuçları, müzik kültürünü meydana getirir, diyebiliriz.
Müzik Kültürüyle İlgili Altyapımız
Müzik kültürümüzün altyapıyla ilgili verileri konusunda ne durumdayız? Yani -meselâ- günümüze ‘mirasen intikal’ yoluyla ulaşan varlıklar bulunmakta mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Yazılı kaynaklar konusunda zengin bir mirasın üzerinde oturduğumuz bir gerçektir. Öteden beri dillere pelesenk olagelen “Bizim kültürümüz, daha çok şifahi kültür özelliğinde olduğu için yazılı
kaynaklarımız yoktur” kolaycılığı, eğer kasıtlı biçimde pompalanmıyorsa, tam anlamıyla -en hafif tâbirle- bilgisizlik eseridir ve kültürümüzün diğer alanlarında olduğu gibi müzik alanında da hiçbir gerçekliği ve geçerliliği bulunmamaktadır. Medeniyetimiz ve kültürümüz, yazmak ve kaydetmek konusunda hiçbir zaman zaaf içinde olmamıştır. Aksine, en küçük ayrıntılar bile kaydedilmiştir. Elde bulunan yazılı kültür ürünlerinin devâsâ hacmi ve derinliği bir yana, arşivlerimizde henüz el atılmamış on binlerce kaynak bulunmaktadır. Sesli kaynaklar konusunda da aynı zengin mirastan kolaylıkla söz edilebilir. Ses kayıt teknolojisinin ülkemize girdiği ilk dönemlerden itibaren oluşan büyük çaptaki ses arşivi, müzik kültürümüzün temel dinamiklerinden bir diğerini oluşturmaktadır. Müzik kültürümüzle ilgili temel kaynak varlığımızın bu ‘sesli’ bölümü, günümüzün müzik dünyasına aktarılması ve referans alınabilmesi açılarından yazılı kaynaklara nazaran daha şanslı olduğu kadar, genel müzik kültürümüz açısından da aynı derecede bir şansın ifadesidir. Zira yazılı kaynakların önünde büyük bir caydırıcılık unsuru gibi duran “alfabe sorunu” gibi bir engel, sesli kaynaklar için geçerli değildir; yani sesli kaynakların, herhangi bir çeviri işlemine ihtiyacı bulunmamaktadır.
Ses, kayıtlı olduğu sistemden olduğu gibi alınır ve günümüzün geçerli olan ses kayıt sistemine aktarılır. Yani sadece ‘tıpkıbasımı’ yapılır. Yazılı kaynaklar ise okunabilmeye, özellikle de doğru okunabilmeye ve bugünkü alfabeye çevrilmeye muhtaçtırlar; onun için iş daha zordur ve yazılı kaynaklar bu bakımdan oldukça
şanssız sayılabilirler. Bir sesli kaynağın bugün, ‘olduğu gibi’ elimizde bulunması, ondan yararlanmamız açısından yeterlidir. Lâkin yazılı kaynaklar için aynı durumdan söz edemeyeceğimiz açıktır. Yazılı kaynaklar için tıpkıbasım, ondan yararlanabilmek bakımından yeterli değildir; okuyabilme ve anlayabilme sorunu baş göstermektedir.
Sesli ve yazılı kaynaklar arasındaki şans dengesini şu örnek çok iyi anlatabilir: Hâfız Sami Efendi’nin taşplaktaki sesini, bir gramofonla günümüzün ses kaydedici bir cihazını birbirine bağlayabilme şartına bağlı olarak herkes elde edebilir. Çok özel bir ihtisas gerektirmeyen bu işlemi yapabilecek binlerce insan bulunabilir. Fakat eski dönemlerden kalan bir basmayı veya elyazmasını günümüze kazandırmak için uzmanlık ve ihtisas, ‘olmazsa olmaz’ şarttır ve bunu yapabilecek nitelikli adam sayısı ne yazık ki çok az sayıdadır.
Bugün, miras yoluyla elde ettiğimiz müzik varlığını ve bugünden yarına aktarılması muhtemel olan birikimi değerlendirmek açısından ne durumdayız?
Önce yazılı kaynaklar açısından bakalım. ‘Bugün’den kastımız, yaklaşık son 80 yıllık geçmişimiz, yani Harf Devrimi’nden sonrası olsun. Müzik kültürümüzün birçok ‘temel’ nitelikli eserinin yoğun olarak, 1928’in hemen sonrasında yazıldığını ve yayınlandığını görüyoruz. Sadeddin Arel’in, Sadeddin Nüzhet Ergun’un, Subhi Ezgi’nin, Belediye Konservatuvarı Tasnif ve Tedkik Heyeti’nin kapital eserleri, bu ilk yılların ürünleridir.
Hemen akabindeki dönemde İbnülemin Mahmut Kemal Bey’in, Mustafa Rona’nın, Etem Ruhi Üngör’ün, Ekrem Karadeniz’in, Yılmaz Öztuna’nın ve diğer bazı müzikologların eserleri, hissedilen boşlukları doldurma açısından önemli işlevler görmüşlerdir.
Müzik kültürümüz üzerine araştırma, inceleme, yazma ve yayınlama faaliyetleri, günümüzde de -henüz arzu edilen çapta ve yoğunlukta olmamasına rağmen- devam etmektedir. Murat Bardakçı, Fikret Kutluğ, Yalçın Tura, Eugenia Popescu-Judetz, Bülent Aksoy, Onur Akdoğu, Cem Behar, Cemal Ünlü, Süleyman Erguner, Beşir Ayvazoğlu, Mustafa Çıpan, Hasan Oral Şen, Süleyman Şenel, Fatih Salgar gibi hemen akla gelen isimler, müzik kültürümüz üzerine önemli eserler veren önde gelen araştırmacılar ve yazarlardır.
Günümüzdeki faaliyetler için, mutlaka altı çizilmesi gereken önemli bir husus vardır: Müzik kültürümüz üzerine eser verenlerin çoğunun mesleği, doğrudan doğruya müzik değildir. Murat Bardakçı ve Beşir Ayvazoğlu gazeteci; Cem Behar iktisat profesörü; Bülent Aksoy, üniversitede İngilizce Mütercim-Tercümanlık Bölümü öğretim üyesi; Cemal Ünlü tiyatrocu; Mustafa Çıpan edebiyat konusunda akademisyen; Onur Akdoğu emekli subay, Hasan Oral Şen devlet memurluğundan emekli bir müzik sevdalısı olmalarına rağmen, günümüzde müzik kültürüne yönelik önemli eserler veren isimlerdir.
Meslekten müzisyen olan araştırmacı ve yazarlar bakımından
fakir olduğumuz tartışma götürmez bir gerçektir. Yukarıdaki muhtasar ve elbette ki eksiklerle dolu listedeki “meslekten müzisyen” araştırmacılar ve yazarlar, sadece Fikret Kutluğ, Yalçın Tura, Süleyman Erguner, Süleyman Şenel ve Fatih Salgar’dır. Bu konuda bir gerçeğin kabul edilmesi, önemli bir özeleştiri yerine geçeceği ve daha iyi sonuçlara yönlendireceği için hiç kimseyi rahatsız etmemeli ve olumlu yönde algılanmalıdır: Somut bir örnekle, meslekten müzisyen araştırmacıların, mesela bir Murat Bardakçı’nın Meragalı Abdülkadir kitabı; Cemal Ünlü’nün Git Zaman Gel Zaman; veya Bülent Aksoy’un Avrupalı Gezginlerin Gözüyle Osmanlılarda Musiki kitapları çaplarında eser verebilmelerini beklemek bu kültürün hakkıdır. Geleneksel müzik dünyamızda en büyük zaaf ise ‘dergicilik’ kulvarında yaşanmaktadır. Geçmişten bugüne yayınlanan müzikolojik dergilerimizin en ünlüsü ve en uzun soluklusu olan Sadeddin Arel’in kurduğu Musiki Mecmuası, birkaç yıldan beri yayınına ara vermiş durumdadır. Yayın hayatının tamamını kişisel gayretlerle devam ettiren dergi, müzik çevrelerinin ve genel kültür hayatımızın okuma zaafı, ilgisizliği ve kurumlaşamama gibi sebeplerle kapanmıştır.
Yalnızca Musiki Mecmuası’nın yayınını sürdürebilmeyi başarmış olsaydık, sadece ülkemizde değil, dünya ölçeğinde de devlet desteği almaksızın en uzun süre yayınlanma rekorunu elinde tutan ve uluslararası bilim çevrelerinde kabul gören bir dergimizi yaşatıyor olacaktık. Ancak Musiki Mecmuası, tarihinin en kaliteli şekilde basıldığı ve en çok satıldığı dönemlerinde bile dünya
çapında 500 aboneye ulaşamamıştır. Bütün müzik meraklıları değil, sadece ülkemizin profesyonel müzisyenlerinin yarısı abone olsaydı bugün devam ediyor olabilirdi. Veya sadece Kültür Bakanlığı, kendisine bağlı bulunan kütüphanelerin yarısı için her yıl birer adedine abone olsaydı, bu önemli dergi bugün yayın hayatında olurdu. Ama kültür dünyamız bunu başaramamıştır.
Müzik Kültürünü İzleme Açısından Ne Durumdayız?
Bugün itibarıyla, müzik kültürünü izleme; yani emek ürünü ve bir sanat çizgisi ve seviyesi taşıyan konserlere, dinletilere, sergilere, konferans, açık oturum, panel ve diğer etkinliklere yönelik talebimiz ve ilgimiz ne durumdadır? Yayınları satın alma, okuma ve arşiv oluşturma bakımından ne durumdayız?
Bu noktada da sesli yayınları, yazılı yayınları ve diğer etkinlikleri ayrı ayrı değerlendirmek kolaylık sağlayacaktır.
Sesli yayınlara talep aslında ‘dehşet’ uyandıracak ölçüde düşüktür. Müzik kültürümüz üzerine, özellikle arşiv kayıtlarının günümüze kazandırılması konusunda önemli çabalar içinde olan Kalan Müzik ve Kaf Müzik gibi firmaların, bu tür müzikolojik önemi haiz yayınlarının ürün başına ortalama yıllık satış sayısı 1000 ilâ 2000 rakamları civarındadır. Nüfusu 70 milyon olan ve dünyanın en zengin kültürlerinden birine sahip olan bir ülke için bu rakamlar trajik bir göstergedir.
Bu yayınların, doğrudan doğruya ait olduğu müzik türüne mensup sanat camiasının çok büyük bir kısmı tarafından bile
satın alınmaması, işin ayrı bir dramatik boyutunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Bu tür yayınları ‘daima alan’ meslekten müzisyenlerin oranı, en iyimser bakışla genelin %5’inden daha azdır. Satın almayıp, alanlardan kaydederek edinmeye çabalayanlar da hemen hemen %5; hiç ilgilenmeyenler ise %90 gibi bir orandadır. Yazılı ve basılı yayınlara ilgi, sesli yayınlara gösterilen ilgiden çok daha aşağılardadır. Sesli yayınlar, tabiatları gereği kolay faydalanılan bir yapıda oldukları için biraz şanslıdırlar. Yani arabada seyahat ederken, başka bir işle meşgulken, evde, işte ve diğer herhangi bir ortamda bir sesli yayını dinler, ondan faydalanabilirsiniz. Ancak, yazılı yayın için böyle bir lüksten söz edilemeyeceği açıktır. Bir kitabı aldığınızda faydalanmak için ona özel bir vakit ayırmanız, sadece ona yoğunlaşmanız gerekir. Kitap okumak, müzik dinlemeye nazaran zahmetli bir iştir. Kitaptan, müziği dinlemek fiilinde olduğu gibi pasif olarak faydalanamazsınız. Müziği okumak, dinlemekten zordur. Aktif olmaya, yani okumaya mecburiyet gerektirir. Eğer yaşantınızda ‘okumak’ diye özel bir alışkanlık yoksa veya okumak, bir hayat tarzı değilse, kitap almazsınız. Hayatınızda yeri olmayan bir eylem için ekonomik etkinliğiniz de olmaz; yani ‘boş bir iş için’ para harcamamış olursunuz. Ki, bu durum kendi mantığı içinde son derece tutarlıdır.
Bu konuda önemli olan, işin bizi ilgilendirmesi gereken yanı, yani şu sorudur: “Nasıl bir eğitim sürecinden geçmekteyiz ki, kendi mesleğimizle ilgili konularda bile kitap gibi bir derdimiz ve okuma etkinliğimiz yok?”
Konuyla ilgili somut göstergelere bakmak, durumu açıklığa kavuşturmak açısından önemlidir. Yayıncılık hayatını müzikle ilgili yazılı eserler konusuna yoğunlaştıran ve “Müziği Okuyabilirsiniz” sloganıyla kültür hayatımıza büyük katkılarda bulunan Pan Yayıncılık’ın verileri, konumuz için aydınlatıcı sonuçlar içermektedir. Pan’ın kurulduğu 1986’dan itibaren yayınladığı 100 civarındaki müzik kitabı arasındaki Türk Musikisi ile ilgili eserlerden Bülent Aksoy’un, Avrupalı Gezginlerin Gözüyle Osmanlı’da Musiki adlı eseri “en çok satan” kitaptır. Bu “best seller”, 9 yıl içinde toplam olarak 1,500 (Bin beşyüz) adetten daha az satmıştır. Dikkat edilmesi gereken şey, “en çok satan” Türk Musikisi kitabının, yılda taş çatlasa 160 adet satabildiğidir. Genel tarihi ve kültürel yapımızı ve okur-yazar nüfusumuzun genel nüfusumuza oranını göz önüne alarak, durumun değerlendirmesini yapmak pek zor değildir. Müzik kültürümüz açısından bir anlam ifade eden nitelikli konserlere yönelik ilgi de, önemli göstergeler arasındadır. Ülkemizin “kültür başkenti” olması hasebiyle İstanbul eksenli düşünmek, doğruya yakın bir sonuç verebilir. En önde gelen sanatçıların ve müzik topluluklarının faaliyet ettikleri; en önemli konser salonlarının bulunduğu ve en çaplı organizasyonların sahnelendiği İstanbul’da, konserlere yönelik ilgi nasıldır?
Bireysel olarak önde gelen solist sanatçıların ve önemli müzik topluluklarının konserlerine yönelik ilgiler, genel itibarıyla aynı minval üzere karakteristik özellikler sergilemektedir. İkisinin ortalama 700 kişilik dinleyici kapasitesi olan Atatürk Kültür
Merkezi Konser Salonu ile Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda verilen konserlerde, salon hacminin yaklaşık 1/5’lik kısmı, protokol ve özel davetli kalemine ayrılmaktadır. Bu 1/5’lik kısmı işgal eden dinleyicinin çoğunluğu, gerçekte, hiçbir iteleme sözkonusu olmazsa kendiliğinden bilet alıp geleceği son derece kuşku götürür bir gruptur.
Atatürk Kültür Merkezi Konser Salonu’nda düzenli konser veren ve müzik tarihimizde son 30 yılın en düzenli faaliyet eden ve kemikleşmiş bir izleyici kitlesi oluşturmayı başarabilen kurumu olan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun, 1977’den itibaren yaklaşık 25 yıl süresince her Pazar günü yapılan konserleri, takriben son dört yıldır 15 günde bir yapılmaktadır. Sebep, dinleyici sayısındaki sıkıntıdır.
Aynı salonda düzenli konserler veren diğer bir topluluk da, yine aynı bakanlığa bağlı olan İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’dur. Yaklaşık 20 yıllık bir geçmişi olan topluluk, ayda bir konserler vermekte, konserlerinin birçoğu tam kapasiteyle dolu geçmektedir.
Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda, özellikle yaklaşık son bir yıllık dönemde yakalanan önemli niteliğe ve niceliğe rağmen, ciddi çizgideki birçok konser gereken ilgiyi görmemektedir. Şubat 2006’da adı geçen salonda yapılan ve Klasik Türk Müziği’nin yaşayan en önemli kadın seslerinden biri olarak kabul edilen Meral Uğurlu’nun solo konserinde, 900 dinleyici kapasiteli salonun ancak 1/10’u dolabilmiştir. Ancak nadir olarak İstanbul
Sazendeleri gibi genç çevreler üzerinde etkili olan toplulukların konserleri büyük çapta ilgiye mazhar olmaktadır.
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi ve Altunizade Kültür Merkezi gibi 200 – 300 kişilik dinleyici kapasitesi olan, nispeten daha küçük konser mekânlarında düzenli aralıklarla profesyonel çizgide konser veren irili ufaklı birçok topluluğun konserlerine ve dinletilere ilgi, arzu edilen düzeyden uzaktır. Bu kapsamda da İstanbul Fasıl Topluluğu’nun Fasıl Akşamı adlı etkinliği ve İstanbul Sazendeleri adlı topluluğun konserleri ile İncilâ – Fikret Bertuğ ikilisinin Taşplak Akşamı ve Taşplaktan CD’ye başlıklı dinletileri, ortaya koyulan işin kalitesi ve 12 yıllık aralıksız etkinliklerinin oluşturduğu uzun altyapı süreci sayesinde tam kapasiteye ulaşabilmiştir. Ancak Ocak 2006 itibarıyla, bu etkinlikleri organize etmekte olan kamu kurumu, en çok izleyici ilgisine mazhar olan ve sanat kalitesi konusunda hemfikir olunan bu etkinliklere son vermiş gözükmektedir.
Müzik Kültürümüzde Arşiv Sorunu
Müzik kültürümüzle ilgili her türlü ses kayıtlarından, kitaplardan, dergilerden; belge, kâğıt, resim, fotoğraf, obje, cam ve film negatifleri ve diğer her türlü ephemera malzemesinden oluşan bütünlük, arşiv dediğimiz yapıyı oluşturur. Arşivin olmadığı yerde kültürü anlamak ve anlamlandırmak gibi bir şeyden söz edilemeyeceği açıktır.
Bugün, en önemli müzik kurumlarımız arasında bile, gereken
standartta arşivlere sahip olanlar çok azdır. İsim belirtmekte bir sakınca yok; TRT Kurumu’nun Ankara Radyosu, çatısı altında uzun yıllarını geçirmiş sanatçıların fotoğraflarını özel arşivlerden rica ile toplamaya çalışmaktadır. TRT İstanbul Radyosu’nu anlatan büyük çaplı bir monografi çalışmasında yer alan bir grup fotoğrafının altyazısında “tanınamadı” kaydı düşülen kişilerden biri, daha dün kaybettiğimiz ve sanat hayatının hemen tamamını TRT çatısı altında geçirmiş olan Bekir Sıdkı Sezgin’dir. Bu ve benzeri durumlar, arşivcilik konusundaki resmi ve kurumsal zaafımızın ve aymazlığımızın tipik bir göstergesi olduğu kadar, müzik kültürümüze karşı ilgisizliğimizin bir ispatıdır.
Geçmişten bugüne en önemli müzik arşivlerinin resmi kurumlardan daha ziyade özel kişilerin elinde birikmiş olması son derece ilgi çekicidir. Bugün de en güçlü müzik arşivleri kişilerin ellerindedir. Hemen akla geliveren en önemli arşivciler Murat Bardakçı, Ali Rıza Avni Tınaz, Etem Ruhi Üngör, Cüneyd Kosal, Muammer Karabey ve Fikret Bertuğ gibi isimlerdir. Yakın geçmişte en önemli müzik arşivlerinden birine sahip olan Sadeddin Arel’in ölümünden sonra İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’ne bağışlanan arşivinin, geçen yıllar içinde ilgisizlikten ve bakımsızlıktan heba olduğu söylenmektedir. Yani, özel arşivlerin resmî korumaya emanet edilmesi konusunda da önemli bir zaaf içinde olduğumuz görülmektedir. Bu durumun farkında olan birçok özel arşivci, biriktirdiklerini kendilerinden sonra herhangi bir resmi kuruma bırakmayı kesinlikle reddetmektedirler.
Bu meyanda, Ali Rıza Avni Tınaz’ın, ölmeden kısa bir süre önce Ege Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’na bağışladığı geniş arşiv acaba ne durumdadır? Lâyıkıyla korunduğunu ve değerlendirildiğini düşünmek ve beklemek isteriz.
Müzik varlığımızı ve birikimimizi biraraya getirmek üzere milli kütüphane yapısında ve ölçeğinde bir musiki enstitüsü kurulmadığı müddetçe, derli toplu bir resmî arşive sahip olmamız mümkün görünmemektedir ve müzik arşivimiz ancak özel kişilerin ellerinde ve dağınık bir biçimde kalacaktır.
Arşiv metaı nerelerde bulunur, peşinde kimler koşar, nasıl elde edilir?
Arşiv oluşturmaya yarayan ve günlük taze yayınların haricinde kalan her türlü malzeme, sahhaflarda, eskicilerde, yaymacılarda ve birtakım güngörmüş evlerin daha ziyade tavanaralarıyla bodrumlarında bulunur.
Bu malzemeler, koleksiyonunu yapan kişilerin vefatlarının hemen ardından maceralı yolculuklarına başlarlar. En iyimser bakışla, koleksiyonun asıl sahibinden sonraki ilk kuşak, bu malzemeyi değerinin ve öneminin farkında olduklarından değil, daha çok “hatıra” diye muhafaza ederler. Bir sonraki kuşağın ise bu malzemeyi “çöp” mesabesinde görerek, ya kapı önüne attıkları veya eskicilere verdikleri sıkça görülen bir durumdur. Nadiren de olsa, bu malzemeyi, “Biz lâyıkıyla değerlendiremeyiz, bir uzmanına vermek en iyisi” diye araştırmacılara ve arşivcilere
hediye edenler de olabilmektedir.
Eskiciye vermek, bu malzeme için çöp diye kapı önüne atmaktan daha iyi ve “keşke” dedirten bir durumdur. En iyisi ise ehline hediye edilmesidir. Zira çöpe atılan malzemenin kurtarılması diye bir şeyden sözetmek mümkün değildir. Ama eskiciye verilen malzemenin sahhaf eline düşeceği hemen hemen bellidir. Sahhaf eline düşen malzeme ise en kısa zamanda yerini bulur.
Bu malzemenin peşinde koşanlar, tahmin edilebileceği gibi bu işin meraklıları, âşıkları ve hatta hastalarıdırlar. Arşivci dediğimiz bu kişiler, bir bakış açısına göre kültürel değerlerimiz konusunda birer isimsiz kahramandırlar. Çünkü muhafaza ederler, değerlendirirler veya değerlendirilmesi için altyapı oluştururlar. Arşivcilerin kafalarına koydukları arşiv malzemelerini elde etmek için maddi güç, zaman, hava muhalefeti, vesaire gibi olumsuz ve caydırıcı hiçbir engel sözkonusu değildir. Arşivci, şayet parası yetersizse aç kalır veya borca girer, yine de arşivine yeni parçalar ekler. Gece veya gündüz, arşivci için bir engel teşkil etmez. Kar, kış, yağmur ve lodos fırtınası önemli değildir; kilometrelerce yolu sırtında bir çuval arşiv malzemesiyle düşe kalka yürümesi gerekse bile, gerçek bir arşivci bundan yüksünmez.
Arşivcinin en mutlu olduğu an, elde ettiği malzemeyi evine ulaştırıp tek tek incelemeye, tasnif etmeye başladığı andır. O malzeme artık kurtulmuştur ve ülkenin kültürü için bir tuğla daha yerine konmuştur. Elinde tuttuğu tek bir kâğıt parçasından bile tumturaklı bir makale çıkabilir. Tek bir kare fotoğraf, müzik
tarihimiz için çok anlamlı bir katkıda bulunabilir. Evin kirası ödenemeyeceği için evsahibiyle patlak verecek kavga, bu zevkin ancak tuzu biberi olabilir.
Arşiv malzemesi, eğer çöpe gitmemiş ve eskici eline geçmişse, artık bir ticari unsurdur. Alınan ve satılan bir metadır. Bir iş olarak, azımsanmayacak bir ekonomik sirkülasyona konu olur. Tek tek, yani parçalanmak suretiyle alınıp satılabildiği gibi, topluca da el değiştirebilir. Doğrudan da alışveriş konusu olabilirler, müzayedelere de konulabilirler.
Arşivin ilk sahibinden sonraki kuşakların, eğer içlerinde ciddi şekilde değerlendirecek kişi yoksa, bu arşivi ellerinde tutmayıp eskiciye vermeleri son derece hayırlı bir harekettir. Çünkü ülkenin kültürü için son derece önemli olabilecek malzemeleri, sırf “hatıradır” diye bir “ölüsevicilik” yaklaşımıyla elde tutmak ve saklamak, son derece olumsuz bir davranıştır. Halbuki eskiciye vermek, o malzemenin artık kesin olarak yerini bulmasının ve değerlendirilmesinin ilk adımıdır.
Bugün elde bulunan kültürel kaynaklar, müzik kültürü oluşturmak açısından değerlendirilebiliyor mu?
Bugün elimizde bulunan sesli, yazılı ve görsel kaynakların, müzik kültürümüz açısından olumlu şekilde değerlendirilebildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu tesbit, “yeterli” değerlendirmenin yapıldığı anlamını taşımamalıdır. Bu kaynakların değerlendirilmesiyle oluşturulan kültürel ürünler genel olarak kaliteli ve iyidir; fakat sayısal olarak yeterli değildir.
Bir başka ifadeyle, elde var olduğunu bildiğimiz arşiv altyapısının çok büyük bir kısmı, henüz kültürel ürün kimliğine dönüşmüş değildir. Eldeki kültürel ürünlerin hacmi, arşivlerimizi oluşturan malzemenin hacmiyle mukayese edildiğinde, tipik bir aysberg görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Başdöndürücü boyutta ve çapta bir altyapı malzemesi, henüz el atılmamış şekilde beklemektedir.
Kaynaklarımız, ülkemizin araştırmacıları ve yazarları tarafından değerlendirildiği gibi, yabancılar tarafından da ele alınmakta ve değerlendirilmektedir. Ülkemizin uzmanları, özellikle son yıllarda çok kaliteli ürünlere imza atmaktadırlar. Sesli ürünler, hem nitelik hem de nicelik bakımından daha öndedir. Bu durumun bir sebebi de daha önce değindiğimiz gibi, sesli ürünlerin oluşturulmasındaki nisbî kolaylıktır. Ayrıca günümüzün gerçeklerinden biri, yani dinlemenin okumaya göre daha kolay olması, yazılı ürünlerden daha çok sesli ürünlerin ortaya konmasına sebep olmaktadır.
Yabancı araştırmacıların kaynaklarımız üzerinde çalışmaları, bugün ortaya çıkmış değildir. Öteden beri Türk müzik kültürü üzerine yapılmış ve yabancı imzalar taşıyan önemli eserler verilegelmiştir. Yabancı araştırmacıların eserlerinin daha çok tezler şeklinde olması, ortalıkta çokça görülmemelerinin en önemli sebebidir. Ayrıca bazı araştırmaların sonucunda verilen eserler yurtdışında yayınlanmakta, ülkemizin “kitap okuma zaafı” yüzünden Türkiye’de gündeme gelmemektedir. Ancak bu durum, yabancılara ait çalışmaların aslında az sayıda olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir.
Yabancılara ait çalışmalarda göze çarpan ilk husus, genel olarak, araştırmacıların bilimsel davranışlarının pozitif anlamdaki seyridir. Derhal dikkat çeken tavizsiz akademik disiplin, yabancı araştırmacıların ilk sırada belirtilmesi gereken özellikleri arasındadır. İtiraf etmekte bir sakınca yok ki, birçok yabancı araştırmacı, takip ettiği yollar ve usuller bakımından, birçok araştırmacılarımızdan daha ciddi ve donanımlı bir kimlikle karşımıza çıkmaktadırlar. Bibliyografya bilgileri, ‘eldevarbir’ şeklindedir ve neyi, nerde ve nasıl arayacaklarını son derece kitabına uygun biçimde bilmektedirler.
Somut örnekler vermek gerekirse; mesela Yunanistan’dan gelip Türk Musikisi üzerine 2 yıldır araştırma yapan konservatuvar mezunu bir doktora adayı, kendi dilinin haricinde İngilizce, Fransızca ve Türkçe bilmektedir. Araştırma faaliyetlerinin yanı sıra zaten var olan Türkçesini ilerletmek üzere kurslara devam etmekte, kaynaklara inebilmek konusunda ‘olmazsa olmaz’ diye nitelediği Osmanlı Türkçesi’ni öğrenmek için çalışmakta, nadir kaynaklara inmeye uğraşmakta, en ücra arşivlere kadar nüfuz etmenin derdiyle çalışabilmektedir.
Bir hafta sonra teslim edeceği tez için telefonla arayıp kaynak adları ve hatta tezlerine monte etmek için telif metinler(!) isteyen konservatuvar yüksek lisans ve sanatta yeterlilik (doktora) öğrencilerimizle mukayese etmek ne kadar acı verici olsa da, aslında kendi kültürümüze yönelik mesleki ahlâkımız ve duyarlılığımız konusunda çok önemli bir test mekanizması
oluşturduğu için, bu görüntüyü, önemle resmetmemiz ve lâyıkıyla değerlendirmemiz gerekmektedir.
Yunanistan’lı doktora öğrencisinin kültür olgusu karşısındaki bilimsel tavrı, örnek almaktan gocunmamamız gereken bir tavırdır. Bu ve benzeri örnekleri bir ayna olarak değerlendirip, karşısında kendimize çekidüzen vermemiz, neticede müzik kültürümüz ve kendimize duymamız gereken saygı açısından önemlidir.
Bu rahatsızlık verici olabilecek mukayesenin önümüze açtığı bir kapı daha vardır: Müzik kültürümüzün oluşması açısından en önemli altyapı mekanizmalarından biri olarak değerlendirilmek gereken “Konservatuvar Eğitimimiz” meselesine mutlaka ve “acil” kaydıyla eğilinmesi gerekmektedir.
Müzik kültürümüzün en önemli altyapı unsurları arasında ilk sıralarda yeralan, gerçek anlamda “bibliyografya bilgisi” derslerinden ve gerçek anlamda literatür izleyebilen öğrenciyi oluşturabilmek için gereken bütün eğitim ve okuma faaliyetlerinin eksiksiz yerine getirilebildiği bir ortamdan başlamak üzere, konservatuvar eğitim sistemimizin ciddi şekilde elden geçirilmesi gerekmektedir.
Osmanlı Türkçesi’ni -en azından matbu harflerden- seri biçimde okuyamayan bir Türk Musikisi sanatçısı kalmaması, galiba arzu edilen en güzel tablo olmalıdır. Hele hele konservatuvarlarımızda müzikoloji bölümlerinde öğrenim görenlerin, divanî yazıyı olmasa bile eski elyazısı metinleri kusursuz okuyabilmeleri,
mükemmel bibliyografya bilgisiyle donanmaları, müzik kütüphanemizi ve diskoteğimizi, haklarında makaleler yazabilecek düzeyde halletmiş olmaları gerekmektedir.
Bu olmazsa olmaz meseleler halledilmediği takdirde, müzik kültürümüz hakkında gerçek eserler veremeyeceğimiz gibi, yakın bir gelecekte kendi müzik kültürümüzü başkalarından öğrenmek zorunda kalacağımızı görebilmek için üstün yetenekler gerekmediği ortadadır.
Genel müzik kültürümüze “popüler kültür” boyutu kazandırmak çare olabilir mi?
Geleneksel müziğimize yönelik ilgiyi belirleyen en önemli etkenlerden biri de, hiç kuşkusuz ki, öteden beri toplumsal hafızamıza yerleşmiş olan “ilericilik-gericilik” sorunudur. Bu sorun, esasen birkaç yıllık veya 70-80 yıllık bir sorun değildir. Türkiye’nin “batılılaşma” macerasını içine alan yaklaşık son 180 yıllık süreç, ülkemizde ilericiliğin ve gericiliğin, tercih edilen müzikle doğrudan ilişkilendirildiği dönemlerden oluşmuştur.
1826’larda oluşan ve derhal kurumlaşan ve Batı Musikisi’ni öne alan resmî tercihin, dönemin büyük musiki ustası Dede Efendi’yi derinden etkilediği ve büyük ustanın, “Artık bu oyunun tadı kalmadı” serzenişiyle adeta kaçarak Hicaz’a gittiği bilinmektedir. O günden sonra Türkiye’de devletin resmi tercihi, medeniyet-kültür bağlamında artık Batı Musikisi tarafında yer almak olmuştur. Batı Musikisi, “Batılılaşmak – Avrupalılaşmak”
idealinin temel göstergelerinden biri olarak algılanmış ve kabul edilmiştir.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarında, yeni devletin kurucu kadrolarının lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsi zevki ve tercihi sayesinde bir süre “devlet protokolü”nde kurumsal anlamda yeralan ve hatta kısmen “yükselen değer” haline gelen Türk Musikisi, koruyucusu olan Atatürk’ün vefatından sonra “devlet” tarafından tamamen kendi haline terkedilmiştir. Türk musikisi, Atatürk Dönemi’nde temel nitelikli bir kurumsal kimliktir. Zira Osmanlı döneminden kalan kurumlar içinde lağvedilmeyen birkaç kurumdan biri Muzıka-yı Hümâyun Türk Musikisi Şubesi’dir ve Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti adıyla Cumhuriyet Dönemi’nde, Atatürk’ün ölümüne kadar varlığını sürdürmüştür.
Atatürk’ün yolunu rehber edinen bütün çevrelerin, aslında resmen hâlâ kâğıt üstünde var olan Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti’nin tekrar hayata geçirilmesi için girişimde bulunmaları, Atatürk’e duyulan samimi saygının bir ifadesi olacaktır. Böylece, müzik kültürümüz çok anlamlı bir kadirşinaslık örneği olacak bu girişim sayesinde, önemli bir aşama kaydedecektir. Türk Musikisi, 1938’den itibaren başlayan bu kırılmadan ancak 38 yıl sonra, 1976’da devletin himayesini kazanabilmiş, tamamen “şahsi” gayretlerin bir politik baskı grubu oluşturarak devlete etkide bulunması sonucunda Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nın ve Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun kurulması ile, 1826’daki
İkinci Mahmud Dönemi’nden 1976’daki Demirel Türkiyesi’ne kadar tam 150 yıl süren “Türk Musikisi’nin devlet himayesinden uzaklaştırılması” yaklaşımı sona ermiştir.
Ancak bu gelişme de, ülkenin toplumsal-kültürel hafızasında yer eden “Batılıaşma = Batı Musikisi” ve/veya “Gericilik = Türk Musikisi” şablonunu tam anlamıyla değiştirememiştir. Böylece, yıllar süren “hastalıklı” bir yaklaşım, entelektüel hayatımıza damgasını vurmuş ve etkilerini sürdüregelmiştir. Bu dönemde birçok aydının, Türk Musikisi’ne derinden tutkun olduğu halde, ait oldukları ideolojik çevrelerden dışlanma korkusuyla tercihlerini gizledikleri, dönemlerinin “yükselen değer”lerine yakın görünmeye çalıştıkları bilinmektedir.
Bu “hastalıklı” dönem içinde ayrı bir handikapı da, Türkiye’de Batı Musikisi’nin bazı lokomotif şahsiyetlerinin, Türk Musikisi kavramına yönelik agresif tavırları oluşturmuştur. Türk Musikisi’nin, özellikle yaklaşık son 70 yıllık hafızası, bazı Batı Musikisi mensuplarınca ya aşağılanma, ya yok sayılma, ya da gericilikle; hatta “rejim düşmanlığı”yla eşdeğerde görülme örnekleriyle doludur. Türk Musikisi, dünyanın hiçbir yerindeki ve hiçbir kültüründeki müzik çevreleri tarafından Türkiye’de gördüğü bu garip muameleyi görmemiştir. Son yıllarda bu nasır tutmuş “hastalıklı” yaklaşımın çözülmeye başlaması, gelecek günler için Türk Musikisi kültürünün sağlam ve sağlıklı bir vasatta değerlendirilmesi adına olumlu gelişmelere zemin hazırlayacaktır.
Genel anlamda müzik kültürümüzün önünde duran bu ve benzeri engellerin çözülmeye başlamasının ardından yapılacak iş, kendi müziğimizin “yükselen değer” haline dönüştürülebilmesinden geçmektedir. Bunun en önemli hareket noktalarından biri, müzik kültürümüzle donanmış entelektüel sayısının artmasıdır.
Ancak bu durumda karşımıza ilgi çekici başka bir engel çıkmaktadır: Genel itibarıyla müzik kültürü açısından zayıf durumda isek, müzik kültürüyle donanmış entelektüeller nasıl yaratılacaktır? Yani durum, bir kısır döngüde düğümleniyor gibi görünmektedir. Fakat dikkatli bir bakışla, aslında durumun çok da ümitsiz olmadığı görülmektedir. En başlarda işaret ettiğimiz, bugün müzik kültürümüzü oluşturmayı sürdüren aydınların varlığı, bugün için en önemli şansımız olarak değerlendirilmelidir. Murat Bardakçı, Bülent Aksoy, Cemal Ünlü ve birçok benzeri gibi, hiçbir maddi menfaat peşinde olmayan kıymetli araştırmacıların sadece manevi olarak desteklenmeleri, yani ortaya koydukları eserlerin 9 yılda bin 500 adet değil, hiç olmazsa 3 bin adet satılması bile olumlu gelişmelere başlangıç teşkil edebilecektir.
Ayrıca müzik kültürümüzün temel dinamikleri olan konservatuvarlarımızın eğitim sisteminin, yukarıda bahsedilen ölçüler kapsamında ciddiyetle elden geçirilmesi, olmazsa olmaz şarttır. Son olarak da, geleneksel müziğimizle ilgili müzik kültürünü, mümkün olduğu nisbette ve asli unsurlarının zarar göreceği gibi yersiz bir korkuya kapılmaksızın “popüler bir değer”
haline taşımak gerekmektedir. Yakın tarihimizde, çok önemli bazı günlük gazetelerin ve haftalık popüler dergilerin Türk Musikisi’ne ayırdıkları sayfalar, önemi gözardı edilemeyecek formasyonlar üstlenmişlerdir. Radyo Haftası, Hayat ve Ses gibi mecmuaların arşivleri, bu türden nitelikli örneklerle doludur. Geleneksel müzik çevrelerinin, “klasik musikimize ait eserleri ve enstrümanları kullanan ve icra eden popüler müzik sanatçılarını infaz etmek” gibi tuhaf davranışlardan vazgeçmeleri gerekmektedir. Barış Manço’nun icra ettiği “Yine Bir Gülnihal” sayesinde binlerce gencin, hatta çocuğun, Dede Efendi’nin müziği ile tanıştığı gerçeğinin gözardı edilmemesi gerekmektedir.
Radyo ve özellikle de televizyon yayınlarında müzik kültürümüzü gündemde tutmaya çalışan programların sayısının artırılmasına çalışılmalı, var olanlar desteklenmelidir. Beğeniye mazhar olan programların, yayınlandığı medya kuruluşuna gönderilecek iki cümlecikten oluşan mesajlarla büyük bir destek ve yaptırım gücü oluşturulabildiği gerçeği unutulmamalıdır. Beğense de beğenmese de tepkisini dile getirmeyen, üstüne ölü toprağı serpilmiş “uyuşuk müziksever” görüntüsünden silkinmek gerekmektedir. Tenkitler dile getirilirken kırıcı üslup kullanmamaya özen gösterilmesi, meselâ bir müzik kültürü programında, Nazım Hikmet’in Tanburi Cemil Bey için yazdığı şiirden bahsedildi diye, programı yapanları “komünizm propagandası yapmak”la suçlamamak lâzımdır.
Müzik kültürümüzü öne alan program yapma derdinde olan ve aslında tamamen iyi niyetle yola çıkan bazı medya kuruluşlarının
da, program yaptırdıkları uzman meslek mensuplarıyla ilişkilerinde “dürüstlük” prensibinden ve “ahlâkî” ilkelerden sapmamaları gerekmektedir. Derinlemesine bilmedikleri konularda ısrarcı tavırlar ve verilen sözlerin ihlâli gibi sebeplerle birçok medya kuruluşunun, müzik kültürümüze yönelik iyi niyetlerle başlattıkları girişimler kesintiye uğramakta, hatta yapılan işler hukukî dâvâ konusu olabilmektedir.
Sonuç olarak…
Müzik kültürü, öyle olmazsa olmaz bir varlıktır ki, bu varlıktan habersiz olma lüksümüz, özellikle de bu çağda, yoktur, olmamalıdır. Bugün itibarıyla sanatçılarımızın arasında büyük yaygınlıkla kullanılan bir yaklaşım şudur: “Ben sazımı çalarım, -veya- şarkımı söylerim; hakkıyla da yapıyorum bu işi! Var mı daha ötesi? Gerisi fasafiso! Hikâyeye gerek yok, aslolan icradır; Gerisi boş!”
Evet, aslolan iyi icradır. Fakat eğer icracısı olduğunuz sanatın kültüründen bîhaberseniz, icrada ağzınızla kuş tutsanız, icra ettiğiniz sanatı ne temsil edebilirsiniz, ne de ifade edebilmiş olursunuz. En karizmatik icracıların, meselâ Tanburî Cemil’in, Udî Nevres’in, Targan’ın, Münir Nurettin’in, Bekir Sıdkı Sezgin’in, Niyazi Sayın’ın, Cinuçen Tanrıkorur’un ve daha onlarcasının nasıl bir kültürel altyapıyla donanmış olduklarını fark etmek gerekir. Sırf güzel okuyup-çalmak da elbette ki önemli bir iştir; fakat eksiktir: Bu eksiklik, sırtımızı dönemeyeceğimiz bir gerçektir.
Müzik kültürüne gereken ilgiyi göstermezsek, sesimizin güzelliğiyle veya sazımızdaki başarımızla sınavını kazanarak atandığımız profesyonel müzik kurumunda, bir gün, yanımızdaki kişiye; “Birçok notanın üzerinde adını gördüğüm bu Lâedrî kim? Ne zaman yaşamış?” diye sorabiliriz. Ya da konservatuvardan yüksek lisans diploması almışızdır, bir gün bir mecliste konu geçer, bizden birkaç kadın bestekâr ismi sorarlar; “Lemi Atlı” deyip bir ikinci isim daha sayamayız. Verdiğimiz o tek isim de zaten bir kadın bestekâra ait değildir. Gereken ilgiyi göstermediğimiz müzik kültürünün, bizi trajik bir hikâyenin kahramanı haline getirerek bir gün mutlaka intikamını alması kaçınılmazdır.