ON ÜÇ MEŞHUR HÂFIZIMIZIN HAYATLARINDAN ÇARPICI KESİTLER
Mehmet Güntekin
AYAKLI KÜTÜPHANE, İTTİHATÇI ve HÂFIZ: ÂMÂ OSMAN EFENDİ
Musullu Osman Efendi, lâkabından anlaşılacağı üzere, Musul vilâyetimizde 1840’ta doğmuştu. Yüz yıl kadar sonra Kâni Karaca’nın uğradığı felâketin aynını yaşamış, bebekken üvey anası tarafından gözleri kör edilmişti. “Hezarfen”di, yani pek çok sahada söz sahibiydi. Hâfızlığının ve bestekârlığının yanısıra tefsir ve hadis gibi ilâhiyat konularında da âlimdi. Mevlevi “dedesi” idi ve bir aralar siyasetle de uğraşmış, İttihat ve Terakki Partisi’nin propagandistliğini yapmıştı. Arap’tı, ama Türkçe’yi Arapça’dan daha iyi bilirdi.
Âmâ Osman Efendi’yi diğer bütün hâfızlardan ayıran önemli bir özelliği de sesinin güzel olmamasıydı! Sesinde en ufak bir parlaklık, sevimlilik ve canlılık yoktu. Boğuk, küpten çıkar gibi bir sesle okurdu; ama ismi duyulduğunda istisnasız herkes saygı duruşuna geçerdi. Peki, Osman Efendi, nasıl olmuştu da, sesi güzel olmamasına rağmen adını literatüre yazdıracak kadar usta bir okuyucu olarak şöhret kazanmıştı?
İşin püf noktası, okuyuculuğunun altyapısının, engin kültürü ve musiki bilgisi ile dolu olmasıydı. Zekâi Dede, Hüseyin Fahreddin Dede ve Bolâhenk Nuri Bey gibi, Türk Musikisi’nin büyük
Musullu Osman Efendi
ustalarından musiki öğrenmişti. Pek güzel olmayan sesi, emsalsiz bir şekilde sanatlıydı. Öyle ustaca geçkiler yapardı, okuduğunun anlamını musikiyle öylesine bezerdi ve öyle sağlam bir müzikaliteye sahipti ki, dinleyenler hıçkırıklar içinde kendilerinden geçerlerdi. Üstelik o boğuk, kuyudan çıkar gibi gelen sesinde en küçük bir falso olmaz, okuduğu en basit bir cümle bile tantanalı bir musiki şölenine dönüşürdü. Musikinin birincil malzemesinin “ses güzelliği” olmadığının; hele de bizim musikimiz için “üslûp” ve “tavır” kavramlarının ses güzelliğinden çok önde geldiğinin canlı örneğiydi.
Osman Efendi’nin bir özelliği de mevlidi, “izahlı konferans” hâlinde okumasıydı. Bir beyti, doyumsuz bir musiki ziyafeti verircesine okur, hemen ardından o beytin ihtiva ettiği dini esasları ve edebi nükteleri açıklar, sonra bir diğer beyte geçerdi.
Çok iyi kanun çalabilen Osman Efendi, bir ara Direklerarası’ndaki kahvelerde fasla çıkıp hânendelik etmişti. Âmâ olmasına rağmen, domino oyununda Osman Efendi’yle baş edecek kişi görülmemişti.
ÜNÜ AVRUPA’YA YAYILAN HÂFIZ KEMÂL BEY
Hâfız Kemâl, Türk Musikisi’nin efsanevi seslerindendi. 1882’de İstanbul’da doğmuş, daha çocukken sesinin güzelliği ile dinleyenleri büyülemeye başlamıştı. Kasımpaşalı Cemâl Efendi, Bestenigâr Ziya Bey ve Hacı Kirâmi Efendi gibi devrin ünlü hocalarından musiki öğrenmiş, kısa zamanda İstanbul musiki
Hâfız Kemâl
dünyasının yıldızlarından biri haline gelmişti.
Musikimizde, “müzisyen- din adamı” geleneğinin önde gelen temsilcilerinden olan Kemâl Bey’in din adamı olarak ilk resmi görevi, Tophane’deki Nusretiye Camii’nin müezzinliği; son görevi ise Süleymaniye Camii başimamlığı ve müezzinliği idi.
Sirkeci’deki Büyük Postane’den yayına başlayan ilk İstanbul Radyosu’nda, kendisi gibi müzisyen- din adamı olan Sadettin Kaynak ile beraber programlara çıkan ilk sanatçılardandı. Her biri birer efsane olan Udi Yorgo Bacanos, Kemani Sadi Işılay, Kanuni Artaki Candan (Terziyan) ve Kemençeci Aleko Bacanos gibi sanatçılarla plaklar doldurmaya başlayınca, ünü bütün imparatorluk topraklarına, hatta ülke dışına kadar yayıldı. En meşhur kayıtları, beş plaktan oluşan Mevlid dizisiydi. Plak doldurmak için Berlin’e ve Paris’e, konserler vermek için Atina’ya davet edilmişti.
Döneminin en ünlü hâfız, mevlidhan ve gazelhanlarından olan Kemâl Bey, Sultanahmet veya Ayasofya camilerinde ezan okurken, meydana büyük kalabalıklar toplanırdı. Dini musiki ile dindışı musikinin icraları arasındaki nüans farklılıklarını icrasına ustalıkla yansıtabilmesi bakımından musikide ayrı bir yer edinmişti. Sesinin gürlüğü, nefâseti ve yakıcılığı ile imparatorluk coğrafyamızda ve hatta sınırlarımızın dışında bile haklı bir şöhrete ulaşmıştı.
Devrinin entelektüelleri arasındaydı. Musikiyle bağdaşacak bir
Sadettin Kaynak
yanı yok gibi görünse de dönemin önde gelen sporcularından biriydi. Okçuluk sporunun Türkiye’deki duayenlerindendi ve hem ulusal, hem de uluslar arası başarılara imza atarak ödüller kazanmış bir atıcıydı.
Örnek bir İstanbul efendisi tipi olan Hâfız Kemâl, 57 yaşında âşıkı olduğu İstanbul’da ölmüş, yıllar yılı gazellerini okuduğu Bâki’nin Edirnekapı’daki kabrinin yanına gömülmüştü.
CAMİYLE MEYHANE ARASINDA BİR MEVLİD BÜLBÜLÜ
Türk Musikisi’nin, adı efsane haline gelen seslerinden olan Hâfız Osman Efendi, 1860’lar ile 1930’lu yıllar arasında İstanbul’da yaşamıştı. Anadoluhisarı’nda doğmuş, Muzıka-yı Hümâyun’da, yani saray orkestrasında musiki öğrenimi görmüştü. Devletin yüksek askeri kurumlarından olan Seraskerlik’te sivil memurdu.
Osman Efendi, halk arasında ve müzik çevrelerinde, aynı dönemde yaşayan Osman adlı diğer hâfızlardan, “Şaşı” lâkabıyla ayırt edilirdi. Lâkabından da anlaşılacağı üzere, gözlerinin ikisi de içe doğru bakardı. Yaşadığı dönemin İstanbulunda, nev’i şahsına münhasır dedikleri, kimseye benzemeyen hâlleri ve tavırlarıyla ayrı bir yeri vardı. Hoşsohbetliği, fıkra anlatmadaki ustalığı, rindmeşrepliği ve derbederliği dillere destandı.
Özellikle içkiye düşkünlüğünü ilk defa duyanlar inanmakta zorlanırlar, böyle dini bütün bir hâfız-ı Kur’anın içki iptilâsına akıl sır erdiremezlerdi. Fakat Osman Efendi, gazel okumaktaki
Hâfız Şaşı Osman
ustalığını aratmayacak maharette bir “çilingir sofrası üstâdı” idi.
Devrinin en namlı hâfızları, mevlidhanları ve gazelhanları arasında yeralan Osman Efendi’nin ünü, doldurduğu plaklarla bütün ülke çapına yayılmıştı. Kayıtlarında kendisine eşlik edenler arasında Tanburi Cemil Bey bile vardı. Sesinin doyuruculuğu ve berraklığı kadar yakıcılığı ile de ün yapmıştı. Gazel okurken en önemli özelliği, şiiri ezgiler arasında harcamaması, aksine musikiyi şiirle okumasıydı. Koşma, divan, köçekçe, müstezad ve kesik kerem formlarının da büyük bir ustasıydı.
Aynı dönemde yaşadıkları Kemençeci Vasil, Udi Nevres, Kemani Bülbüli Salih, Kemani Memduh ve Giriftzen Asım Bey gibi saz üstadlarıyla, edebi eserlere bile konu olan unutulmaz Boğaziçi mehtap fasıllarında ve saz meclislerinde okumuş, İstanbul halkının ve yüksek çevrelerin sevgilisi olmuştu.
SESİYLE ADAM BAYILTAN HÂFIZ
Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de 1874’de doğan Hâfız Sâmi, Türk Musikisi tarihinin en önde gelen ses sanatkârlarındandı. Filibe’nin Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine, dört yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göçmen olarak gelmişti. Sesinin güzelliği fark edilince 10 yaşındayken Kur’an hıfzına başlatılan küçük Sami, iki yılda hıfzını tamamladı ve Kur’an okuma ilimlerinin her biri için büyük gayret sarfederek genç yaşında İstanbul’un en ünlü hâfızlarından biri olarak kabul gördü.
Medrese öğrenimi de gören Sami Efendi, Şeyh Edhem Efendi, Bolâhenk Nuri Bey, Hacı Kirâmi Efendi ve Bestenigâr Ziya Bey gibi devrin ünlü üstadlarından musiki öğrendi. Halıcıoğlu Topçu Mektebi’nde ve Galata Camii’nde imamlık yaptı. İstanbul’un çeşitli camilerinde Kur’an ve Mevlid okudu. Paylaşılamayan bir okuyucu haline gelen Sami Efendi, henüz 38 yaşında, şöhretinin zirvesinde ve en verimli çağındayken geçirdiği bir ruhi bunalım sonucunda camilerdeki görevini ve musikiyi bırakmak zorunda kaldı.
Soyadı Kanunu çıkınca “Ünokur” soyadını alan Sami Efendi, doğaçlamaya dayalı dini ve dindışı musiki formlarının en büyük ustalarındandı. Kur’an, Mevlid ve kasidede büyük üstad diye tanınmıştı. Gazel türünün ise, Hâfız Osman ile birlikte büyük temsilcisiydi. Sesini, özellikle tiz perdelerde kullanmaktaki ustalığı bakımından emsalsizdi.
Sami Efendi, yalnızca musiki çevrelerinde değil, geniş halk kitleleri nazarında da erişilmesi güç bir şöhrete sahipti. Kur’an veya Mevlid okuyacağı camilerde izdihamlar yaşanır, sesini dinleyenler arasında kendisinden geçenler, bayılanlar, hatta kendini yerden yere atacak kadar cezbeye kapılanlar görülürdü. Bu özelliğinden dolayı plak şirketlerinin de peşini bırakmadıkları bir sanatkârdı. 69 yaşında öldüğünde, bütün İstanbul halkını ardından ağlatmıştı.
MİKROFON PATLATAN SESİ, SONUNDA KENDİ KALBİNİ ÇATLATTI
En meşhur hâfızlarımızdan olan ve soyadından daha çok “Hâfız Burhan” adıyla tanınan Burhan Sesyılmaz, 1897’de İstanbul’un Aksaray semtinde doğmuştu. Çocukluğunda sesi öyle çok beğenilmişti ki, daha hıfzını bile tamamlamadan cami cami gezdirilir, mukabele okutulur ve müezzinlik ettirilirdi. Bu yüzden hıfza doğru dürüst çalışamadı ve musiki öğrenimi göremedi. Yarım kalan hıfzını ileriki yaşlarında tamamlayabildi.
Genç yaşta Muzıka-yı Hümâyun’a, yani padişaha bağlı musiki merkezine alınan Hâfız Burhan, eksik kalan musiki öğrenimini, bu önemli musiki kurumunda tamamladı. Muallim İsmail Hakkı Bey, Zâti Arca ve Lem’i Atlı gibi efsane hocaların öğrencisi oldu.
Muzıka’dan ayrıldıktan sonra, büyük ilgi gördüğü piyasada çalışmaya başladı ve sayısız plak doldurdu. Bir ara ticarete de soyundu ve Beşiktaş’ta plak satan bir dükkân açtı. İlk İstanbul Radyosu’nda da okudu, fakat sesinin şiddetinden mikrofonlar çalışamaz hâle gelir, stüdyonun en uzak köşesindeki mikrofona sırtını dönerek okumak zorunda kalır, her radyo çalışması bir sorun haline dönüşürdü. İstanbul camilerinde okuduğu ezanlar, çok uzak mesafelerden bile duyulur, icra ettiği mevlidler, gazeller ve fasıllar büyük heyecana sebep olurdu.
Çoğu Yunanistan’da olmak üzere dış ülkelerde de konserler veren Hâfız Burhan, hâfız-gazelhan geleneğinin son temsilcilerindendi. Son derece tiz, parlak ve yakıcı bir sese sahipti. Plaklarında gazel, şarkı, türkü, marş, kanto, ninni, operet ve film müzikleri, tango
Hâfız Burhan
gibi geniş bir yelpazede parçalar okumuş, plakları satış rekorları kırmış, halk tarafından el üstünde tutulmuştu.
Ankara’da, Maraşal Fevzi Çakmak’ın kızı için mevlid okurken geçirdiği kalp kriziyle, henüz 46 yaşındayken ölen Hâfız Burhan, musikiden en iyi kazananlardan biri olmakla da ünlüydü.
BİR TENCERE PİLÂVI YİYİP ÇATLAYAN HÂFIZ
Hâfız Âşir, ondokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın ilk çeyreğinin en ünlü seslerindendi. Adının önündeki “Hâfız” lâkabından anlaşılacağı üzere, devrin birçok efsane sesi gibi çok küçük yaşlarından itibaren hâfızlıktan yetişmişti. Falsosuz, asaletli, oynak, tatlı ve zengin bir sese sahipti. Sesi “perdeli” idi, yani iki oktavı aşan tam 17 sesi, aynı letâfette ve müzikalitede basar ve kullanırdı. Devrinin birçok musiki adamı gibi nota bilmezdi, çünkü geleneksel metodla, yani meşkle yetişmişti. Ama hâfızlığın kazandırdığı ezber kabiliyeti sayesinde hem dini, hem lâdini repertuarı büyük çaptaydı.
İstanbul’un çeşitli camilerinde, özellikle de Eminönü’ndeki Yenicami’de müezzinlik eden Âşir Efendi, plaklar da doldurmuştu. Orfeon’a okuduğu “Kuzu” plağıyla büyük bir şöhrete erişmiş, satış rekorları kıran bu plakla halkın sevgilisi hâline gelmişti.
gramofon ve plak dükkânı işletirdi. Dükkânından içeri adım atan hiçbir kimsenin bir şey satın almadan çıktığı görülmemişti; zira Âşir Efendi, tatlı diliyle ne yapar eder, “İki gözümün elifi…” diye
Hâfız Âşir
söze başladı mı, en müşkülpesent müşteriyi bile ikna ederdi. Musikişinasların uğrak yeri olan dükkânına en sık uğrayan kişi ise devrin üstad hâfızı Şaşı Osman idi. Hâfız Osman, Âşir’in tek idolüydü.
Anafartalar Savaşı’nın yıldönümlerinde Çanakkale’de düzenlenen mevlid törenlerine devlet tarafından, Şaşı Osman, Aksaraylı Cemâl ve Ali Rıza Sağman ile birlikte mutlaka çağrılan hâfızlar arasındaydı.
Çok dindar oluşu ve boğazına düşkünlüğü ile meşhur olan Hâfız Âşir, fazla kaçırdığı pilâva kurban gitmiş, kallâvi bir tencere etli pilavı mideye indirdikten sonra çatlamak suretiyle ölmüştü. Ölüm ânı, en önemli iki özelliğiyle, dindarlığı ve boğazına düşkünlüğü ile hâfızalarda kalmış, boğazı yüzünden ölürken kelime-i şahâdet getirmiş ve “Allah, Allah” diye gözlerini yummuştu.
KİMSEDEN DERS ALMADI, AMA MEVLİD’İN YILDIZI OLDU
Efsane hâfızlarımızdan ve mevlidhanlarımızdan olan Mecid Efendi, Kürt bir anneyle Bağdadlı Arap bir babanın çocuğu olarak 1903’te İstanbul’da doğdu. Hâfız olmasına rağmen Kur’an’dan daha çok Mevlid okumaktaki maharetiyle şöhret kazandı.
Birçok hâfız-mevlidhanda görülenin aksine ve hiç kimseden ders almamasına rağmen musiki ilmine de vâkıftı; hatta ud ve keman çalardı. Mevlid üzerine de “Hüdâinâbit” idi; yani hiç kimseden ders almamış ve kendi kendini yetiştirmiş olmasına rağmen elde
Mecid Efendi
Ali Rıza Sağman
ettiği büyük başarı ve şöhret, şaşkınlık vericiydi.
Hâfız Mecid’in sesi, hâfızların ve mevlidhanların büyük çoğunluğunda görüldüğü ve alışılageldiği gibi tiz değildi. Kalın ve tok karakterli bir sesi olmasına rağmen, tiz seslere alışmış dinleyiciye kendini kabul ettirebilmiş olmasıyla da ayrı yere sahipti.
Kimseninkine benzemeyen sesi, kuvvetli, sürekli ve “perdeli”, yani genişti. Okurken, bazen Hâfız Kemâl Efendi’yi hatırlatan ustalıklar sergilemeyi severdi, ama nağmeleri son derece orijinaldi. Pestlerde karakteristik özelliklerini kuvvetle duyuran, yani tok, oturaklı ve kalın olan sesi, tiz bölgelere yükseldikçe kısmen incelir, süzülmüş ve oturmuş bir keskinlik kazanır ve çok tatlı bir hâl alarak dinleyenleri mest ederdi.
Mevlid icrasına saltanat ve asalet getirenlerin başlıcalarından olan Mecid Efendi, asil, ciddi ve “erkeksi” okuyuşun da rakipsiz temsilcisiydi. İcra-yı sanat ettiği zamanlarda, mevlidhanlık öyle dikkatle izlenen ve “bilenlerinin” eksik olmadığı bir meslekti ki, Mecid Efendi’nin bir okuyuşunda denediği birkaç saniyelik “baygın” bir yorum yüzünden işitmediği lâf kalmamıştı.
Devrin en önemli “Mevlid uzmanı” Ali Rıza Sağman, Mecid Efendi’yi çok sevip saydığı halde yaptığını affetmemiş, ünlü mevlidhanın masum yorumunu, “Gazinoda kırıtarak şarkı söyleyen sahne kadınlarının dinleyenlerin üzerinde ‘mâlum’ etkiyi uyandırmak istemesine” benzeterek, ağır şekilde eleştirmişti.
PADİŞAHI DA ATATÜRK’Ü DE HAYRAN BIRAKAN BİR PROTOKOL ADAMI
Hâfız Yaşar, padişahın müzik merkezi olan Muzıka-yı Hümâyun’dan yetiştiği için “Muzıkalı” lâkabıyla da anılırdı. 1885’te, babasının şeyhi olduğu Kocamustafapaşa’daki Sancakdar Hayreddin Dergâhı’nda dünyaya gelmiş, 11 yaşında hâfız olmuştu. 12 yaşında, Zâkirbaşı Âmâ Sallabaş Hâfız Hasan Efendi’den dini; Nakşi Efendi’den de lâdini musiki meşk etti. Diğer musiki hocaları ise Bestekâr ve Vezir Ziya Paşa ile Muallim İsmail Hakkı Bey idi.
1914’te Muzıka-yı Hümâyun’a hânende olarak alınan Hâfız Yaşar, üç yıl sonra padişah müezzini oldu ve Sultan Reşat’ın takdirini kazandı. Hilâfet’in kaldırılışına kadar her iki görevini de sürdürdü. 1924’te Atatürk tarafından Ankara’ya çağrıldı ve Riyâset-i Cumhur İncesaz Heyeti’nin, yani Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı Fasıl Topluluğu’nun şefliğine atandı. 1930’da binbaşı rütbesiyle emekli olmasına rağmen 1938’e kadar Atatürk’ün yanından ayrılmadı.
Soyadı Kanunu çıkınca “Okur” soyadını alan Hâfız Yaşar, 20 tanesi Atatürk’ün emriyle İstanbul Konservatuarı arşivi için, çoğu da kendi özel bağlantılarıyla olmak üzere sayısız plak doldurdu.
“Hâfız uzmanı” Ali Rıza Sağman’a göre Hâfız Yaşar, pek tonlu olmadığı halde çok tatlı, tiz, asaletli, makbul ve sanata elverişli
Hâfız Yaşar
olan sesiyle istediği nağmeyi yapabilme kudretine sahipti. Asil ruhlu, yıllar yılı Osmanlı sarayında ve Çankaya’da görev yaptığı için, görgü ve protokol kurallarını en üst seviyede bilen, uygulayan ve alabildiğine centilmen bir musiki adamıydı. Hâfız Yaşar Bey, İstanbul’da öldüğünde 81 yaşında idi.
HÂFIZLIĞIN KİTABINI YAZAN İTTİHAT TERAKKİ SÜRGÜNÜ HÂFIZ
“Sultanselimli” lâkabıyla anılan Ali Rıza Sağman, 1890’da Ünye’de doğdu. Meşhur din âlimi İskilipli Âtıf Hoca’nın talebesi olarak İstanbul’da medrese tahsili gördü. Kur’an ilimlerinde Bayazıtzâde Hâfız Ali Efendi’den icazetli olan Rıza Bey, musikiyi ise Bestenigâr Ziya Bey’in talebesi Hâfız Cemâl’den öğrendi.
İttihat ve Terakki’ye karşı takındığı amansız muhalif tavır yüzünden sürgün cezasına çarptırılan Rıza Bey, 27 ay Sinop’ta 48 ay da Çorum’da mecburi ikamete tâbi tutuldu. Sürgün yıllarında, “en esaslı musiki hocam” dediği kanunu kendi kendine öğrendi. Yaklaşık 6 buçuk yıl ayrı kaldığı İstanbul’a 1918’de Mondoros Mütarekesi’nin ardından dönebildi. Yarım kalan medrese tahsilini Mehmet Âkif Ersoy’un talebesi olarak Sahn Medresesi’nde tamamladıktan sonra Süleymaniye Medresesi’nde Kelâm, Tasavvuf ve Felsefe okuyup her bir daldan icazet alarak geleneksel eğitimini tamamaldı. Bu arada çağdaş eğitimi de ihmal etmedi ve klasik eğitiminin ardından da Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.
Eğitim işine olan aşkı sebebiyle hukuk mesleğini yapmayan Hâfız
Rıza Bey, Hayriye Mektebi, Dârüşşafâka ve Sen Mişel gibi okullarda öğretmenlik yaptı. İstanbul’da ve Anadolu’da yayınlanan çeşitli dergilerde ve gazetelerde yazıları yayınlandı. Bestekâr olarak da eserler veren Hâfız Rıza Bey Orfeon, Odeon ve Columbia firmaları için plaklar doldurdu. “Meşhur Hâfız Sami Merhum” ve “Mevlid Nasıl Okunur? Ve Mevlidhanlar” adlarındaki, alanlarında tek olan kitapları yazdı.
Eserlerinde ele aldığı ve hemen hepsi yakın dostları olan ünlü hâfızları ve mevlidhanları, kendine has üslubuyla acımasız şekilde eleştirmekten çekinmeyen Hâfız Ali Rıza Sağman, kültür tarihimizin nev’i şahsına münhasır, eser sahibi, renkli ve hoş tiplerindendi.
CENAZESİNDE HALKIN BİRBİRİNİ EZDİĞİ HÂFIZ
Hâfız Celâl, 1889’da İstanbul’un Râmi semtinde doğmuş, semtinin ismi lâkabı hâline gelmişti. “Sarıklı Celâl” diye de anıldığı olurdu, çünkü Kur’an veya mevlid okurken sarık sarmayı pek severdi. Kendisini tanıyanların, “ahlâkı kendisinden güzel!” dedikleri, son derece sevimli, yakışıklı, centilmen, iyi huylu, karıncayı bile incitmekten kaçınan ve tatlı dilli bir adamdı.
Hâfızların jargonunda “perdeli” denilen geniş bir sese sahipti. Tam 19 perdeyi, yani yaklaşık olarak iki buçuk oktavdaki sesleri aynı tatlılıkta, müzikalitesini kaybetmeksizin, rahatça ve falsosuz şekilde basar, “billuri” diye nitelenen sesiyle dinleyenleri kendinden geçirirdi. Ses cinsi, hâfızların piri olan meşhur Hâfız
Sami’ye çok benzetilirdi. Zaten Celâl de bunu saklamaz, hatta gurur duyardı. Çünkü Hâfız Sami’yi öyle sevmiş ve örnek almıştı ki, sadece sesini, tavrını ve nağmelerini taklit etmekle kalmaz, ağzını, burnunu, gözlerini, ellerini, hatta öksürüğünü bile “tek üstâdım” dediği Sami Efendi’ye benzetirdi.
Celâl Efendi’nin mevlid veya Kur’an okurken bir özelliği de, kendisine verilen âhenge aynı perdeden değil, bir veya iki oktav dik perdeden başlamasıydı. Daha başlarken tiz perdelerden girer, okuyacağını akıl almaz dik nağmelerle okurdu.
Genç sayılacak bir yaşta ve kendisinden daha çok şeyler beklendiği bir çağında, birçok meşhur hâfızda olduğu gibi kalp krizine mağlup olarak ölen Hâfız Celâl’in cenazesi, İstanbul’un gördüğü en kalabalık törenlerden birine sahne olmuştu. İstanbullular, pek çok sevdikleri hâfızlarının cenazesinde adım atacak yer bırakmamışlardı.
HEM BANKACI, HEM İMAM-HATİP HEM DE HÂFIZ
Son devrin önde gelen hâfızlarından olan Cevdet Bey, 1902’de, “hâfız fabrikası” gibi çalışan Karagümrük semtinde doğmuştu. Babası Süleyman Efendi, devrin İstanbul’unda meşhur bir kurra, yani icazet vermeye yetkili usta bir Kur’an okuyucusu ve Karagümrük’teki Atikâlipaşa Camii’nin imamıydı. Meşhur Hâfız Sami ise Cevdet Bey’in öz dayısıydı. Cevdet Bey, aile geleneğine uyularak küçük yaşlarından itibaren hâfız olarak yetiştirildi. Başta babası Süleyman Efendi olmak üzere dönemin ileri gelen hocalarından Kur’an ilimlerini öğrendi.
Hâfız Sami
Cevdet Bey, genç yaşında İstanbul’un birçok camiinde müezzinlik yaptı. Sonra Ankara’ya göç etti ve Ziraat Bankası’nın çeşitli şubelerinde memur olarak uzun yıllar çalıştı. 1950’de emekli olduktan sonra İstanbul’a döndü ve Şişli Camii’nin imam-hatipliğini üstlendi.
Mevlidhanlık konusunda Ali Rıza Sağman’dan çok istifade eden Cevdet Bey’in musiki bilgisi, birçok hâfızlardan farklı olarak kuvvetliydi. Gençlik yıllarında daha “perdeli”, yani oldukça geniş olan sesi, ileri yaşlarında geçirdiği bir hastalık sebebiyle biraz daralmış ve tizlerdeki revnâkini kaybetmiş, ama tatlılığını ve oynaklığını yitirmemişti.
Ömrünün son yıllarında neredeyse bir oktava kadar daralan sesini dinlemek bile insanları huşuya getirmeye yetiyordu. Çünkü edindiği ve yılların birikimiyle olgunluğun zirvesine çıkan tavrı ve üslubu, derinliğini hâlâ muhafaza ediyordu. Soyadı kanunu çıktıktan sonra “Soydanses” soyadını alan Cevdet Bey, birbiriyle hiçbir ilgisi bulunmayan bankacılık ile hâfızlık, mevlidhanlık ve din adamlığı mesleklerini bir arada yapmış olmakla, müzik tarihimizde ilgi çekici bir şahsiyetti.
HEM İMAM, HEM DE PİYASANIN EN ÜNLÜ BESTEKÂRI
Hâfız Sadeddin 1895’de İstanbul’da doğmuş, küçükken kaybettiği müderris babasının vasiyeti üzerine hâfız olarak yetiştirilmişti. Babası gibi ilim hayatına yönelmiş, İlahiyat Fakültesi’nde başladığı
ve Birinci Dünya Savaşı’na katıldığı için ara verdiği yüksek öğrenimini, savaştan sonra tamamlamıştı. Küçük yaşında sesinin güzelliğiyle dikkat çeken Hâfız Sadeddin, musikiyi Hâfız Melek Efendi, Hâfız Şeyh Cemal Efendi, Kâzım Uz ve Neyzen Emin Dede gibi dönemin büyük üstadlarından öğrendi.
İlk resmi görevi olan Sultanselim Camii’nin ikinci imamlığından sonra Sultanahmet Camii başimamı oldu. Din adamlığını sürdürürken yaptığı, dini ve lâdini müzikler okuduğu plaklarla şöhret sahibi olmaya başladı. 1926’da başladığı beste çalışmalarının ardından ünü hızla yayıldı. Coşkun ve verimli bestekârlığı, Mısır’daki kökleşmiş sinema sanayiini yönetenlerin de dikkatini çekti ve 100 civarında Mısır filmine ek olarak bazı filmlere ve revülere de müzikler yaptı.
Eserleri, Münir Nurettin, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses ve Müzeyyen Senar gibi devrin ünlü hânendeleri tarafından okundukça ünü arttı. Halk arasında en çok tutulan bestekâr haline geldi. Müzik çevrelerinde “lüks sınıf bestekâr” olarak anılmaya başladı. 35 yıl kadar süren bestecilik hayatında imza attığı yüzlerce eserin kesin sayısı hiçbir zaman tam olarak tespit edilemedi.
Sadeddin Kaynak, uzun süre Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti’nde çalışmış ve Atatürk’ün özel ilgisini kazanmıştı. İlk “Türkçe ezan”ı okuyan kişi olarak da tarihe geçti. İçinden yetiştiği din alanından bağını hiç koparmadığı halde müzik piyasasının başrolünü uzun yıllar kimseye kaptırmamıştı.
Yakın zamana kadar bilinmeyen bir özelliği de şefliği idi. Türk Sineması’nın duayenlerinden Necip Sarıcı’nın çöpten kurtardığı 3-5 dakikalık bir film makarasında, Müzeyyen Senar’a eşlik eden ve dönemin önde gelen müzisyenlerinden oluşan bir orkestrayı idare ediyor; rahatça izlenebilen sahnede, hiç de rol gereği elini kolunu sallamıyor, son derece estetik ve hakim bir şef görüntüsü veriyordu.
Türk Sineması tarihçisi ve arşivcisi Necip Sarıcı’nın, bir sohbetimiz sırasında, hiçbir kopyası bulunmayan bu filmin adının bile bilinmiyor olmasından şikâyet etmesinden kısa bir süre sonra, ilginç bir gelişme olmuş ve filmin adı bulunmuştu. Büyük bir merakla okuduğumuz, Radi Dikici tarafından kaleme alınan Müzeyyen Senar’ın hatıralarında bu filmden bahsediliyordu! Derhal haberdar ettiğimiz Necip Sarıcı, muhakkak ki Kaynak’ın şeflik görüntülerinin yer aldığı o 3-5 dakikalık kısmından fazla hiçbir izi kalmayan ve musiki tarihimizdeki ilk “hâfız şef”in rol aldığı filmin adını tarihe bir not olarak düşmüş olmalıydı.
Hâfız Sadeddin Kaynak, başka örneği olmayan bir bestekârlık anlayışının ürünü olan eserleriyle, sadece kendi dönemine damga vurmakla kalmadı. Dede Efendi ve Hacı Arif Bey örneklerinde olduğu gibi, “kendisinden sonrakileri etkilemek” açısından en baskın karakterli bestecilerdendi. 1961’de öldüğünde 66 yaşındaydı. Bugün hâlâ, hem dinleyiciler, hem de icracılar tarafından eserleri en çok tercih edilen bestekârların başında geliyor.
KÖR EDİLDİ, DİRİ DİRİ GÖMÜLDÜ AMA İNATLA YAŞAYIP BÜYÜK SANATKÂR OLDU
Bir dönemlerde “Türkler’in Ray Charles’i” diye de anılan büyük hâfız, mevlidhan, gazelhan ve ses sanatkârı, 1930’da Adana’nın Adalı köyünde dünyaya gelmiş, acılı bir çocukluk geçirmişti. Tattığı ilk acı, henüz iki aylıkken, üvey annesinin bir kıskançlık krizi sonucunda gözlerini kasten kör etmesiydi. Ardından babasını kaybetmiş, bu defa da evlenmek isteyen fakat kendisini ayakbağı olarak gören öz annesi tarafından diri diri toprağa gömülerek yok edilmek istenmişti. Faciadan bir tesadüfle kurtarılan küçük çocuğu halası koruma altına almış, köyün imamından ders almasını ve hâfız olmasını sağlamıştı. Gelecekte büyük bir ses sanatkârı olacak bu çocuğun adı, Kâni Karaca idi.
İstanbul’a 20 yaşında gelen Hâfız Kâni, Adanalı bir işadamının himâyesiyle dönemin ünlü müzisyeni ve hâfızı Sadettin Kaynak’ın, Yeraltı Camii İmamı Hâfız Üsküdarlı Ali Efendi’nin ve Sadettin Heper’in öğrencisi oldu. Dini ve lâdini musikinin sayılamayacak kadar çok eserini hâfızasına kaydetti. Dönemin önde gelen üstadlarının önünde verdiği bir sınavla icazet aldı.
İstanbul Radyosu’nda 1955 ile 1968 arasında, çok önemli klasik eserleri, çoğu ilk kez olmak üzere ve usta sâzendelerin eşliğiyle kaydetti. Yıllar boyunca, Konya başta olmak üzere, dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan Mevlâna ihtifallerinin ayrılmaz parçası oldu. Sesi, repertuarı, üslubu ve bütün musiki birikimiyle, Türk Musikisi’nde son 50 yılın en büyük ustalarındandı.
Kâni Karaca
Hâfız Kâni Karaca, sadece besteli eserlerin icrasında değil, kaside, gazel, Mevlid ve Kur’an tilaveti gibi doğaçlama yeteneği gerektiren formlarda da tartışılmaz bir üstünlük sahibiydi. Kur’an tilavetinde “İstanbul ağzı” denilen tarzın son temsilcisiydi. Dini ve lâdini musikilerin üslup özelliklerini ustalıkla ayırabilen bir üstad olan Karaca, Münir Nureddin’den sonra yetişen ses sanatçıları içinde en başta anılanlardandı
Adana’dan İstanbul’a geldiği günlerden itibaren hiç aksatmadan sürdürdüğü ve herkesin bilmediği bir “gizli faaliyeti” vardı. Her Cuma namazından sonra Fatih Sultan Mehmed’in türbesinde Kur’an okurdu. Tam 54 yıl süren ve hiç terk etmediği bu alışkanlığı, 29 Mayıs 2004 tarihinde, garip bir tecelliyle, Fatih’in İstanbul’u fethettiği tarihteki vefatıyla son buldu.