OYUNUN TADI
Mehmet Güntekin
Yıl, 1924… Metruk evin delik deşik olmuş duvarlarından içeri huzmeler halinde düşen günışığının ortaya çıkardığı toz bulutu içinde iki kişi… Biri, ince, uzunca boylu, devrin şıklığı içinde takım elbiseli Rauf Yekta, dirseğinden bükülü sol koluna asılı trençkotu, sol elinde fötr şapkası… Yanındaki kişi, boyu kısaca, beyaz kısa sakallı Zekâizâde Hâfız Ahmed Bey… Döşemeleri yer yer harap olmuş zeminde dikkatli ve sessiz adımlarla dura kalka yürümekte; viranenin her bir köşesine, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak isteyen bir dikkatle ve hüzünlü gözlerle bakmakta; evin macerasıyla ilgili bildiklerini birbirlerine anlatmaktadırlar.
80 yıl kadar öncesine, aynı mekâna bir geri dönüş… Hoca ev kıyafetiyle köşesinde, öğrencisi karşısında, yerde oturmuş, ders mi yoksa sohbet mi olduğu ayırt edilemeyen bir görüşmedeler. Odanın hâli, sonraki metruk vaziyetteki tezadı iyice vurgulayacak şekilde canlı ve tertemizdir. Hoca Dede Efendi; talebesi, evin 1924’teki metruk halini ziyaret edenlerden Ahmed Bey’in babası, Rauf Bey’in ise hocası olan Zekâi Dede’dir.
Metruk evden çıkan iki adam, birkaç adım sonra dönüp bir kez daha neredeyse yıkılmak üzere olan konağa hüzünle bakarlar. Rauf Bey mırıldanır gibi, “Bu harâbezar, ihtimal ki birkaç seneye kadar büsbütün yıkılır” der ve başları öne eğik, parke taşlı yolda dönüp giderler.
Şehzadebaşı; Süleyman Ağa’nın konağı… 1778 yılının Kurban Bayramı sabahı… Lohusa odasındaki büyük telâş, konaktaki sessiz koşuşturmadan anlaşılmaktadır ve alelâde bir bayram sabahı telâşı olmadığı farkedilmektedir. Rukiye Hanım, yatağında, alnı boncuk boncuk terlemiş, hizmetkâr kadınlardan birine işaret edip yanına çağırır ve direktifini verir: “Bugün bayramın ilk günü. Eğer erkek olursa kulağına İsmail isminin okunacağı Efendi’ye müjdelensin.”
Birkaç gün sonra; Acemioğlanlar Hamamı… Hamamın sahibi olan Süleyman Ağa, ‘hayırlı olsun’ ziyaretine gelen biri üniformalı diğeri de sivil fakat devlet hizmetinde bulunduğu kıyafetinden belli olan misafirleriyle kahve içmekte; Cezzar Ahmed Paşa’nın mühürdarlığı gibi zor ve imparatorluk coğrafyasının dört bir yanında geçen maceralı bir meslek hayatının ardından, hamam işletmeciliği gibi bir inziva hayatından ne kadar hoşnut olduğunu anlatmaktadır.
Beş yıl sonra… Hoca, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin gölgesindeki okulun bir sınıfında talebelerine bir ilâhi meşketmektedir. Çocukların cumhur okuyuşlarının arasından küçük İsmail’in güzel sesi farkedilmektedir. Hoca, meraklı gözlerle sesin kimden geldiğini anlamaya çalışmaktadır. Sonunda bulur ve yalnız başına okutur. Şaşırır. Sorular sorar. İltifat eder
Aynı günler; Uncuzâde’nin konağında selâmlık… Hocanın sınıfındaki talebelerden, İsmail’in yakın arkadaşı olan
Tahir, devrin yüksek bürokratlarından ve önde gelen bir bestekâr olan Uncuzâde’nin oğludur. Ziyaretin sebebi, İsmail’dir. Hoca, bu olağanüstü özellikler gösteren çocuk hakkında, halden anlar diye Uncuzâde’ye koşmuştur.
Aynı konağın haremi, birkaç gün sonra… Uncuzâde, İsmail’e ve kendi oğluna musiki meşketmektedir.
Yedi yıl sonra; Acemioğlanlar Hamamı’nın camekânı… Uncuzâde, İsmail’e 7 yıldır verdiği dersler sırasında sık sık Süleyman Ağa’yı ziyaret etmekte ve hem aldıkları yolu rapor etmekte, hem İsmail’in istikbaliyle ilgili istişarede bulunmaktadır. Bu seferki de benzer ziyaretlerdendir. Bu defa, üstdüzey görevlilerinden olduğu devrin Maliye Bakanlığı’nda artık 13-14 yaşlarına gelen İsmail için düşündüğü kâtip yardımcılığına, Süleyman Ağa’dan izin rica etmektedir. Süleyman Ağa memnuniyetle izin verir.
Maliye Nezâreti… Kerli ferli üstdüzey bürokratlar, mütebessim çehrelerle, kılığı ve kıyafetiyle örnek bir tip çizen ve son derece saygılı bir eda ile sorulara cevap veren İsmail’i, mesleki sorularıyla tatlı tatlı sıkıştırmakta; aldıkları her cevapla tatmin olmakta ve memnuniyetleri artmaktadır. Görüşmenin ardından çıkmasına izin verilen İsmail’in, kapıyı çeker çekmez, yüz hatlarındaki belli belirsiz bir gerginlikle derin bir bıkkınlıkla ‘of’ çektiği dikkatten kaçmaz.
Tavukpazarı’nda salaş bir batakhane… Afyonlu nargilelerin içildiği, karanlık suratlı adamların doldurduğu gizli mekânda
İsmail, Tahir ve bir arkadaşları, gûya kötüleştirmeye çalıştıkları kılık kıyafetleriyle ama o ortamın malı olmadıkları belli, bir kenara ilişirler. İsmail’in eline sıkıştırdığı mutluluk verici miktardaki bahşişi cebine kaydıran Meydancı, özel bir ihtimamla temenna edip hizmet için etraflarında dönmeye başlar. Kesif bir duman bulutu içinde oturdukları yerde gitgide anlaşılmaz haller alan lâflarla gûya bir sohbete dalarlar. Maliye Nezareti’ndeki ortama son derece tezat teşkil eden apayrı bir âlemdedirler.
Süleyman Ağa’nın konağı… Süleyman Ağa, gecenin çok ileri bir vaktinde ev entarisiyle, elinde tesbihi, korku verici bir celâlle dolanmakta, yüksek sesle sinirli sözler sarfetmekte, Rukiye Hanım ise bir köşede büzülmüş, korkulu gözlerle hiç cevap vermeden kocasını dinlemektedir.
Galata’da karanlık bir sokak; gecenin bir yarısı… Köşebaşlarına sinmiş karanlık tipli teşrifatçılar… Karanlıkta kim oldukları pek seçilmeyen İsmail’le iki arkadaşı… Teşrifatçıyla ayaküstü çok kısa ve gizli bir konuşma, eline sıkıştırılan biraz para, aceleci adımlarla dönülen birkaç dar sokaktan sonra özel işaretle vurularak aralanan hantal bir kapıdan uzaktan uzağa taşan kahkahalar ve tekrar kapanıp arkadan sürgülenen kapının mahzende yankılanır gibi uzayan sesi.
Süleyman Ağa’nın konağı… “Napolyon’u dize getiren Türk” diye dünya savaş tarihine geçen Cezzar Ahmet Paşa’nın mühürdarı sıfatıyla harp-darp görmüş celâlli bir devlet adamı olan
Süleyman Ağa, geleceğinden çok ümitli olduğu oğlunun üzerinde otorite kuramıyor olmanın hiddetiyle gürlemektedir. Zira harp meydanlarının tantanasını mütevazı bir hamamın işletmeciliğine tercih edecek derecede basit bir hayata dönmüştür. Bütün gücünü oğlunun geleceğine harcarken, ortaya çıkan sonuç onu derinden yaralamaktadır. İsmail ise elpençe divan, hiçbir karşılık vermeksizin, yüzündeki çizgilerde en ufak bir kıpırdama olmaksızın öylece dinler.
Maliye Nezareti; Uncuzâde’nin dairesi… Biri devlet işlerinin başdöndürücü dağdağasından kendini erken emekli etmiş eski bir mühürdar, diğeri hâlen o gayya kuyusunun içindeki Uncuzâde, hem Yeniçeriler’in o günlerdeki ipini koparmışlığı yüzünden Devlet-i Aliyye’nin içine sıkıştığı nahoş vaziyeti konuşmakta; hem de iki baba olarak oğulları üzerinde bir türlü tesis edemedikleri otorite konusunda dertleşmektedirler. Sohbetin son sözü Süleyman Ağa’dan gelen, “Artık bu işin çivisinin çıktığına” dair hükümdür.
İsmail’in seçtiği yeni hayat tarzı, memuriyetine hiç uygun değildir. Hele Uncuzâde, Nezaret’teki çevresine iyice mahcup olmuş durumdadır; zira İsmail işine ya geç kalmakta, ya hiç gelmemekte, bu durum ciddi dedikoduya ve ileri geri konuşmalara sebep vermektedir. İsmail’i daha fazla idare edemeyeceğini anlayan Uncuzâde, Süleyman Ağa ile de anlaşıp sözleşmelerinden dolayı biraz da “burnu sürtülsün” ve hatasını anlasın diye, makamına çağırttığı İsmail’in memuriyetine son verildiğini
bildirir. Hesabı kesilir, üç-beş kuruşla Nezaret’ten ayrılır.
Bir Galata balozu; gündüzün akşama döndüğü vakitler… İsmail’in kıyafeti ve halleri de eskisi gibi değildir. Baloz hizmetlilerinin, İsmail’e eskisi gibi hürmetle davranmadıkları, hatta bir süre sonra dışarı çıkarmak için sert davranışlar sergiledikleri görülmektedir. Problemin parayla ilgili olduğu bellidir.
Galata’da bir ara sokak; gece… İsmail, kılığı kıyafeti daha da bozulmuş şekilde, bu defa içine giremediği balozların sokağında, serserilerin arasında; duvar diplerine sinmiş “Seyyar Meyhane”lere yanaşmaktadır. Seyyarlar, vücutlarına doladıkları kuru bağırsaklardaki içkiyi, ellerindeki sukabağından çanaklarla sıradakilere küçük ücretlerle servis etmektedirler. Sıra İsmail’e gelince, bir eliyle sukabağını kapıp bağırsağın ucuna sabırsızca tutarken, diğer elini cebine atıp para çıkaracakmış gibi yaptığı için, seyyarcı şüphelenmeyip çanağı doldurur. Fakat para alamayacağını anlayınca cıngar patlar.
Bir mezarlık; sabahın ilk ışıkları… İsmail, daha da tanınmaz halde, taşları yıkık dökük bir mezarla bir duvar arasında yarı yatar vaziyette oturmuş, her nasılsa elde edip beline doladığı kuru barsak parçasının ucunu dudaklarına götürürken gözükmektedir. Etrafı koyulaşmış gözleri yarı kapalı yarı açık, avurtları körük gibi bağırsağı soğurur, fakat yedekte tek damla kalmamıştır. Eli ağır ağır yana düşer. Gözleri tamamen kapanmadan önceki son pırıltıda anlaşılmaz şekiller ve yüzler hayal ederek sızar.
Yenikapı Mevlevîhanesi’nin loş bir hücresi… İsmail, gözlerini, mezarlıkta gözkapakları kapanırken zihninde donan son pırıltıdaki anlaşılmaz şekillerle ve hayallerle karışık bir algılamayla açar. Gözlerindeki ışıltı aynıdır, ama önceki halinden eser kalmamıştır. Pırıl pırıl yıkanıp temizlenmiş, loş, sade, sessiz ama son derece huzur verici bir odada, tertemiz bir yatakta yatmaktadır. Etrafta ne fazla bir eşya, ne de rahatsız edici bir ses veya fazladan bir ışık sözkonusudur. Kendisine geldikçe, bütün bunların ne zaman olduğunu kavrayamadığı için şaşkınlığı artar. Başında bekleyen derviş, uyandığını görünce sessizce çıkar. Tekrar geldiğinde elinde, üzerinde çorba kâsesiyle ekmek ve su bulunan bir tepsi vardır. Doğrulmasına yardım eder, yedirir, içirir ve ağzını siler. Hiç konuşmadan hücreyi terk eder. Biraz sonra kapıda orta yaşın üzerinde, boylu poslu, çok güzel yüzlü biri belirir. Gelen, mevlevihanenin şeyhi Ali Nutkî Dede’dir. Şeyh Efendi, hiçbir şey söylemez ve sormaz. Sadece İsmail’in gözlerinin içine belli belirsiz bir tebessümle bakar. Gözlerini gözlerinden hiç ayırmayarak yaklaşır, sağ elini İsmail’in alnına koyar. Bir süre daha İsmail’in gözlerinden ayırmaz gözlerini; bu yakınlaşmada dudakları kıpırdar gibidir. Ali Nutki Dede elini çekerken, ılık bir meltemin esintisini hisseden İsmail’in gözleri ağır ağır kapanır. Şeyh, İsmail’in endişe ve şaşkınlıktan huzura dönen güzel yüzünü biraz daha seyreder ve dönüp çıkar.
İsmail, diğer dervişlerle beraber musiki meşkindedir. Meşki, bizzat Ali Nutkî Dede idare etmektedir. Fakat bir süre sonra
sanki diğer dervişler silinirler ve ders Şeyh Efendi ile İsmail arasında cereyan etmeye başlar. Bu durum, diğer dervişler için rahatsızlığa sebep olmak bir yana, hiçbir anı kaçırılmayacak kadar zevkli bir seyir haline gelmiştir.
İsmail, ayak mühürleyerek Şeyh Efendi’nin huzuruna girdiğinde Ali Nutkî Dede, önündeki “Defter-i Dervişan”a henüz düştüğü notu tarihlemektedir: “3 Haziran 1798”. İsmail’e, artık bugünden itibaren “Çileye gireceğini” haber verir. Çile, 1001 gün sürecek olan, zor bir eğitim dönemidir, çünkü her zamanki günlük dünya işleri sürecek, fakat manevi hayatın iç dengeleri oturtulmak için matematiğinden astronomisine, dini bilimlerden felsefesine kadar zorlu mu zorlu bir süreç başlayacaktır. Musiki ise, özellikle İsmail gibi üzerinde deha ışıltıları taşıyan birisi için asla kesintiye uğratılmamasına karar verilmiş bir konudur.
“Çile” hücresi… İsmail, karanlığa yakın loşluktaki hücresinde, mum ışığında bir matematik kitabı üzerinde çalışmaktadır. Tıklatılan kapıya doğru bakar. Kapı ağırca açılır, bir derviş, âdâbınca içeri girer ve yaklaşarak kulağına birşeyler fısıldar. Dinledikçe yüz hatları gerilir ve gözünde bir damla yaş farkedilir. Babası vefat etmiştir.
Mezarlık… Başta Şeyh Efendi olmak üzere dergâh ahalisi onu yalnız bırakmamış, törene birlikte katılmışlardır. Fakat etraftaki eş-dostun, başsağlığı dilerken soğuk davrandıkları İsmail’in gözünden kaçmaz.
Süleyman Ağa’nın konağı… İsmail, Rukiye Hanım, taziyeye gelenler… İsmail, mezarlıktaki tanıdıkların pek de dostça olmayan tavırlarının ardından, evde ziyaret ettiği annesinin de kırgınlığını fazlasıyla belli eden ve yakın sayılmayacak tavırlarıyla, kendini kolu kanadı kırık ve bir yabancı gibi hisseder. Gördüğü bu tavır, mimarisine büyük bir özenle eğilinen kırılgan ruh dünyasını allak bullak etmeye yetecektir. Kapının önünde kendisini bekleyen dervişleri, cenazenin ardından ufak tefek ailevi işleri olduğuna dair kısa bir konuşmanın ardından uğurlar. Hızlı adımlarla bilinmeyen bir yöne doğru yürür.
Yenikapı Dergâhı… Başta Ali Nutki Dede olmak üzere, günlerce yolu gözlendiği halde dönmediği dergâhı büyük bir hüzün ve endişe sarmıştır. Ali Nutkî Dede ve etrafındaki dervişânın konuşmalarından, cenazeden sonra birkaç gün geçtiği halde ortalıkta gözükmeyen İsmail’in tekrar yuvarlandığı, annesinin çok kötü durumda olduğu ve ‘Gelsin ve işlerin başına geçsin’ diye haber yollayıp kendisinden son derece şikâyetçi olduğu halde İsmail’in hiç oralı olmadığı yolunda etrafta haberler dolaştığı anlaşılmaktadır.
Bir kahvehane… İsmail, asık bir suratla, sefahat günlerinden iki eski arkadaşına para sıkıntısından dert yanmakta, hamamdan aldığı kira gelirinin umduğu gibi çıkmadığından söz etmektedir. Arkadaşlarından biri, tekrar dergâha dönmesini salık verecek olunca birden sinirlenen ve çıkışmaya başlayan İsmail, diğer arkadaşının, tanıdığı bir tüccarla hamama alıcı olması için aracı
olabileceğini söyleyince sakinleşir.
Birkaç gün sonra… İsmail, bir lonca yetkilisinin şahadetiyle, bir hanın iç avlusunda hamamı sattığına dair evrakı imzalar. Uzatılan keseyi aldığı gibi kuşağına sokar ve eliyle selam vererek hızlı adımlarla çıkar. Bir cami avlusunda ıssız bir köşede oturur, kuşağından çıkardığı keseyi kucağına boşaltır. Çok sayıda altının içinden 4-5 tanesini ayırıp cebine koyar ve kalanını doldurduğu keseyi tekrar kuşağına sokup baba ocağına, annesinin yanına gider. Uzattığı keseyi şaşırarak alan ve oğlunu aylardır görmeyen anne, kucağına dökülen altınların nereden geldiğini sorduğunda aldığı cevapla dövünmeye başlar. Annesinin acı sözlerini hiç söylenmemiş kadar tepkisiz karşılar; fakat kendisini doğurduğu güne lânet etmesiyle derinden yaralanır, sarsılır. Buna rağmen yüzünde en küçük bir üzüntü çizgisi belli etmeksizin, yapayalnız ve dayanaksız bıraktığı annesini ardında bırakıp, kapıyı çarptığı gibi çıkıp gider.
Aynı günün akşamı; Tavukpazarı… İsmail, dumandan gözün gözü görmediği ve her tarafında uyuşup kalmış birilerinin bulunduğu nargile tekkesinin bir köşesinde duvara dayanmış, gözleri sabit bir noktaya takılı vaziyettedir.
Bir kayıkhane… Yine parasız kaldığı için devam ettiği mekânların kapısı ardarda yüzüne kapanan İsmail’in artık yatacak bir yeri bile olmadığından, gecelerini, kayıkhanelerde geçirmektedir. Yine kayıkhanede uyuduğu bir gecenin sabahında,
günün ilk ışıklarıyla gözlerini açar, cebinden çıkardığı mataradan son yudumları da içer. Yarı kapalı yarı açık gözleri, denizin kıpırdaşan pırıltılarına sabitlenir, sonunda iyice kapanır kalır. Hemen ardından başının etrafında üç çift ayak belirir. Gelenler, Ali Nutkî Dede’nin görevlendirdiği üç derviştir; uzun zamandır aradıkları İsmail’i kucaklayıp tekrar Yenikapı’ya götürürler.
Yenikapı Mevlevîhanesi’nde İsmail’in hücresi… Kendine geldiğinde, şuurunun kapandığı son anla, şimdiki ânı bağdaştırmaya çalışmaktadır. Etrafına bakınır, her şey babasının ölüm haberini aldığı gün bıraktığı gibi, hiç ellenmemiş, bozulmamıştır. Rahlesinin üzerinde, hücresini terkettiği sırada açık bıraktığı matematik kitabı bile aynen durmaktadır. Yatağında oturup duvara yaslanır, dizlerini göğsüne çekip yüzünü dizkapaklarına doğru kapatır. Sessizce ağlar. Ali Nutkî Dede’nin karşısına çıkamaya yüzü olmadığını hisseder. Bu halini hisseden Şeyh Efendi de bir süre ona görünmemeyi, bir intibak zamanı tanımayı seçer. Bu anlayış gerçekten de çok yararlı olur ve İsmail’in sıkıntısını kolay atlatmasını sağlar. Çilesine kaldığı yerden tekrar başlamıştır. Kâh mırıldanarak, kâh ellerini dizlerine usul vurarak, kâh bir kâğıda bir şeyler karalamak suretiyle bir beste yapmaktadır. Nihayet yüzündeki gülümsemeden, eseri tamamladığı anlaşılır. Oturduğu yere iyice kurulup eseri okumaya başlar: “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım”…
Saray; III. Selim’in huzurunda fasıl… III. Selim, etrafında musahibleri olduğu halde, yapılan faslı dinlemektedir. Bildiği bir
eserden başka bir diğerine geçilirken dikkat kesilir. Zira “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım” sözleriyle okunan parçayı daha önce hiç duymamıştır. Fasıl biter bitmez serhanendeyi irade eder, temenna ile belli bir mesafeye kadar yaklaşan serhanendeye, biraz evvel okudukları eserin kime ait olduğunu sorar. Yenikapı’dan, “Derviş İsmail” adlı bir gencin olduğunu öğrenince, musahiblerinden birine, ertesi gün Ali Nutkî Dede’ye gitmesini, bahsedilen gencin huzura çağrılmasını irade eder.
Yenikapı; İsmail’in hücresi, sabah… İsmail Mesnevî okumaktadır. Kapısı tıklatılır, toparlanıp açar. Gelen derviş, İsmail’in şeyhin hücresine davet edildiğini söyler. Çevik hareketlerle huzura çıkacak kıyafete bürünen İsmail, Şeyh Efendi’nin hücresine usulü mucibince girer, içeridekileri selâmlar, gösterilen yere oturur. Şeyhin yüzünde endişeli ve karmaşık bir hal sezer. Saraya çağrılı olduğu kendisine tebliğ edilir. İsmail, şeyhinin kararına tâbi olduğunu ifade eder. Musahib izin isteyip saygı göstererek çıkar.
Saray; III. Selim’in huzuru… İsmail, Hünkârın sorularına hoşa gidecek cevaplar vermektedir. Sonra istek üzerine birkaç sazendenin eşliğinde, padişahın bir gece evvelki huzur faslında dinlediği eserini okur. Padişah eseri bir kere daha tekrar ettirir; huşû içinde dinler ve iltifat eder. İsmail, bir saray görevlisinin, kuşağına nazikçe sıkıştırdığı kese ile uğurlandıktan sonra III. Selim musahibine, bu kıymeti yakınında istediğini, tez elden Şeyh Efendi’ye haber salınarak dergâhtan mezun sayılmasını irade
eder.
Yenikapı; Şeyh Efendi’nin hücresi… Musahib-i Şehriyari, Şeyh Efendi’ye irade-i hümayunu bildirir. Şeyh Efendi endişeli bir yüzle dinler ve “İsmail’in henüz çilesini tamamlamadığını, zaten bir kesintiye uğrayan sürecin bu durumda ciddi bir yara alacağını” söyler. Musahip, padişahın iradesini kesin bir dille tekrarlar. Ali Nutkî Dede dedegânla fısıltıyla istişare eder ve Mevlevîlik’te pek sık başvurulmayan bir geleneği işleteceğini ifade eder: İsmail’in geleceğini gözönüne alarak ve padişahın isteğine uygun olarak çilenin süresi üzerinde tasarruf hakkını kullanacaktır. Yaklaşık üç yıl sürmesi gereken çileyi, on aydan daha kısa bir zamanda tamamlanmış sayar. İsmail bu şekilde “Dede” unvanına hak kazanır; tarih 27 Mart 1799’dur ve 21 yaşındadır. Dergâhla ilgisi tamamen kesilmiş değildir. Çilesini tamamlamış olduğu için artık dergâhta “hücre sahibi”dir. Yani kıdemli bir mevlevîdir ve musiki meşkleriyle öğrenci yetiştirebilme yetkisine sahiptir.
Baba evi… Huzurda okuduğu bestesi için padişahın ödülü olan kesenin muhteviyatı, yok pahasına satıp savurduğu hamamın değerini birkaç misli katlamaktadır. İlk iş olarak eve, annesine koşmuştur.Padişahın ihsanı olan keseyi şaşkınlıkla bakan annesinin oturduğu sedire biraz sertçe bırakırken, annesine, isterse daha iyi bir hamam alabileceğini imâ eden iğneleyici birkaç cümle sarfeder ve cevap beklemeden dönüp çıkar. Annesi kese elinde, üzgün gözlerle bakakalmıştır.
Aynalıkavak Kasrı… Amcası I. Abdülhamid’in yerine geçtiği tahtta 10 yıldan beri oturan; Genç İsmail Dede’den 16 yaş büyük ve 37 yaşında olan III. Selim, şehzadeliğinden beri etrafında olan Kutbünnayî Osman Dede ve Hamparsum Limonciyan gibi dönemin önde gelen bestekârlarıyla beraberdir. Hararetli şekilde, ihtiyaç duyulan “nota” meselesini tartışmaktadır. Sanki bir padişah gibi değil, konuştuğu sanatkârlardan biri gibi oluşu şaşkınlık vericidir. O güne kadar pratikte değil, sadece teori kitaplarında kullanılmış olan müzik yazısı sistemlerine eğilmelerini salık vermekte, eserlerin geleceğe ancak böyle aktarılabileceğini vurgulamaktadır. Görüşmenin sonunda, Osman Dede’ye ve Hamparsum Limonciyan’a birer nota sistemi icat etmelerini irade eder.
Yeniçeri Ocağı’nın komuta merkezi; Yeniçeri erkânı… Padişahın, zamanını ikiye ayırarak, devlet işleriyle müzik çalışmalarını neredeyse yarı yarıya dengelemesi, özellikle Yeniçeri teşkilâtında huzursuzluklara sebep olmaktadır. Ağalar başbaşa vermiş, hararetle bu konuyu tartışmaktadırlar. Devletin en tepesindeki makamı işgal eden kişinin, devlet işlerinin dışında bu denli zaman harcamasından duydukları rahatsızlığı yüksek sesle dile getirmektedirler. Ağalardan biri, padişahı hiç usulden olmayan kötü hitaplarla anmaktadır. Tahtın, yüzyıllardır bağlı oldukları Bektaşi dergâhlarına artık eski ikbal günlerindeki gibi ilgi gösterilmemesine; buna karşılık kendi halinde bir seyir izleyen Mevlevî dergâhlarına, devletin en üst düzeydeki ilgisinin cömertçe yansıtılmasına kin ve nefret kusmaktadırlar. Zira, bu
durumdan fena kokular almakta; yüzyıllara dayanan varlıkları için bir komplo kurulduğu kuşkusunu taşımaktadırlar. Görüşme, bazen haykırışlara varan kaynaşma halinde cereyan etmektedir. Adeta başkaldırmak için bahane aradıkları farkedilmektedir. Ağalardan birinin, “Koskoca Devlet-i Aliyye’nin reisi, bir şeyhin dizine başını yaslayarak gözyaşı döküyormuş! Devletin başına yufka yürekli padişah gerekmez!” haykırışı işitilir.
Galata Mevlevihanesi… Mevlevihanenin loş bir hücresinde Şeyh Galib ve III. Selim, son derece münzevî, zaman zaman uzun sessizliklerle, zaman zaman küçük seslerle örülen bir sohbettedirler. Konuşmaları, iyiden iyiye azıtmış Yeniçeri Ocağı’yla ilgilidir. Yani aslında gerçek, Yeniçeriler’in hissettiklerinden çok farklı değildir.
Topkapı Sarayı; Kubbealtı… III. Selim, Devlet-i Aliyye’nin üstdüzey yöneticilerine, Aynalıkavak’taki veya Galata Mevlevihanesi’ndeki III. Selim’le alâkası olmayan bir celâl içinde gürlediği görülmektedir. Sarfettiği sözlerden, Yeniçeriler için pek de iyi niyetler beslemediği anlaşılmaktadır. Yeniçeri Ocağı’nın artık tarihi formasyonunu kaybettiğine dair sözler söylemekte, hazirundan bazıları korkulu gözlerle dudakları mühürlü ve tepkisiz bakışırken, bazıları ise padişahın sözlerini tasvip ettiklerini bakışlarıyla ve küçük baş hareketleriyle belli etmektedirler. Tasvip edenlerden biri söz ister ve birkaç gün önce kendisine akseden, “Bir sokak ortasında gündüz gözüyle bir civana saldırılıp ırzının oracıkta berhava edildiği, müdahale etmek
isteyen bir kişinin azgın yeniçeriler tarafından hunharca katledildiği” haberini nakleder. III. Selim daha da hiddetlenmiştir.
Topkapı Sarayı; Meşkhane… Bir grup genç müzisyen, başlarında mubassırları, İsmail’in o günlerde bestelediği “Ey çeşm-i ahu” sözleriyle başlayan eserini teganni ve talim etmektedirler. Onları dinleyen bir grup orta yaş ve üzeri usta müzisyen, aralarında eser hakkında konuşmakta, takdirkâr sözler etmekte, ancak aralarından daha genç olan Şakir, buz gibi bir suratla ve tepkisiz sadece dikkatle dinlemektedir. Hepsi birden o sırada içeriye giren İsmail’e teveccüh edince, Şakir hiç görünmeden çıkar ve kaybolur.
Akşamüzeri, aynı genç müzisyen grubu, İsmail’in aynı eserini talime devam ederlerken kapıda bir hareketlenme olur. III. Selim içeri girer, mutrîban susar gibi olur. Padişah, musahibine devam edilmesi için eliyle işaret eder; icra tekrar canlanır. III. Selim tebessümle sonuna kadar dinlerken, İsmail bir kenarda elpençe divan, başı önünde, ihtiramla ve heyecanla beklemektedir. Aynı şekilde bekleyen biri daha vardır: Şakir. Eser bitip padişah bütün ilgisini İsmail’e vererek iltifatlara başlayınca, Şakir usulca gözlerden en uzak bir konuma çekilir. Padişah, yanındaki görevlilerden birine belli belirsiz bir işaret verir ve çıkarken İsmail ve diğerleri padişaha temenna ederler. Biraz geç davranan görevli İsmail’e işaret edip yanına çağırır; dışarıda kuşağına nezaketle bir kese sokuşturur.
Babasının konağı… İsmail annesini ziyarettedir. Bu defa biraz
eğreti gibi olsa da oturmakta, aralarında pek sıcak olmasa da bir sohbet geçmektedir. Bir müddet sonra İsmail izin ister, annesinin elini öpüp çıkarken minderinin kenarına elindeki keseyi usulca bırakır. Çıktıktan sonra Rukiye Hanım, gözleri yaşlı, ellerini açıp dua eder.
Topkapı Sarayı; Meşkhane… Şakir ve ekibi, bir köşeye çekilmiş İsmail’i çekiştirmekte; sohbetleri, son günlerde bestelediği “Müştâk-ı cemâlin” sözleriyle başlayan eseriyle padişaha apaçık tabasbus ettiği yolunda koyulaşmaktadır.
Yenikapı Mevlevîhanesi; Şeyh Efendi’nin Hücresi… Ali Nutkî Dede ve Dedegândan üç kişinin yüzlerinde mütebessim izler bırakan sohbet, İsmail’in başgöz edilmesiyle ilgilidir.
1802’nin ilk ayları; Akbıyık’ta kiraladığı ev… İsmail 24, karısı Gülnihal 17 yaşındadır ve bir peri kadar güzeldir. Evlendiklerinin ilk gecesidir.
Bir yıl kadar sonra; babasının konağı… Karısı ve kundaktaki ilk çocuğu Mehmet Salih’le birlikte annesini ziyarettedirler. Aralarında hiçbir soğukluk hissedilmez. İsmail’in gençliğinde darmadağın olan hayatından eser kalmamış, özellikle baba olduktan sonra annesine daha düşkün hale gelmiştir. Hem karısıyla, hem annesiyle konuşurken ışıldayan gözlerle gözlerinin içine bakmaktadır.
Mevlevihane… Evliliğinin üzerinden iki yıl geçmiştir. Dergâhta arı gibi çalışmakta, kabiliyetli gençlere dersler vermekte, her
fırsatta hücresine kapanıp yazmakta, beste yapmaktadır. Hücresinde böyle bir inziva anında, iç avludan hiç alışık olunmayan koşuşturma sesleri duyunca irkilir ve önündeki kâğıda elindeki hokkadan mürekkep damlar. Yerinden fırlar ve kapıya koşar. Telâşı görür görmez içine bir ateş düşmüş gibi Şeyh Efendi’nin hücresine seğirtir. Henüz 42 yaşında olan Şeyh Efendi, boylu boyunca yatağında yatmaktadır. İsmail’in, Şeyhin ellerini, sonra da henüz kapanmış gözlerini öperken damlattığı yaş Şeyh Efendi’nin yüzünden şakağına doğru kayar. İsmail geri çekilirken dervişler Şeyhin çenesini bağlamaya başlarlar.
Akbıyık’taki ev… Evde derin bir sessizlik hâkimdir. Sessizliği kısa fasılalarla bozan tek şey bebeğin arada sırada çıkardığı mutlu seslerdir. İsmail’in yüzünde tebessümden eser kalmamıştır. Gülnihal, endişeyle üzüntünün karıştığı yüzüyle kocasını hazırladığı sofraya davet eder. İsmail sessiz, yemeyeceğini küçük bir el işaretiyle belli eder.
İstanbul’da çeşitli mekânlar… Bir dergâh ahalisi mukabeleye hazırlanmaktadır. Aralarındaki heyecanlı konuşma, icra edecekleri “yeni” âyinin İsmail Dede’ye ait mükemmel bir eser olduğu çevresinde dönmekte, mutrîbanın çaldığı Hüzzam Âyin’in ezgileri duyulmaktadır. Aynı dakikalarda Haliç kıyılarında bir meyhanenin dumanlı havası içinde, müşterilerin de toplu halde iştirakiyle müzisyenler İsmail Dede’nin yarı Rumca yarı Türkçe güfteli şarkısını çalıp söylemektedirler. Aynı anda bir camide Mevlid merasimi icra olunmakta, okunan bir bahrin ardısıra
İsmail Dede’nin bir ilâhisi mevlidhanlar tarafından okunurken, cemaatin hemen tamamının da ilâhiye eşlik ettiği görülmektedir. Yine aynı dakikalarda sarayın hareminde, Valide Sultan’ın huzurunda kızlar fasıl heyeti İsmail Dede’nin bir tavşancasını çalmakta, tavşan kızlar ortada raksetmektedir. Aynı günün akşamında ise Aynalıkavak’ta huzur faslı icra olunmakta, Dede’nin Sultânîyegâh Faslı okunmaktadır.
Akbıyık’taki ev; gündüz… Evi, korkunç bir olayın perişanlığı sarmıştır. Henüz 3 yaşındaki Mehmet Salih’in minicik vücudu beyaz bir örtüyle kapatılmıştır. Gülnihal kendinde değildir; kadınlar gözyaşlarıyla ve telaşla koşuşturmakta, efendileri olan hanımı kendine getirmeye uğraşmaktadırlar. İsmail Dede ise selamlık bölümünde, kendisini endişeyle izleyen yakın dostları arasında gözünde donmuş bir damla yaşla, tepkisiz, dehşet verici bir suratla katılıp kalmış gibidir.
Gece… İsmail Dede, yerde oturmuş, başı sedirde oturan Gülnihal’in dizlerine dayalı, Gülnihal’in sağ elinin parmakları İsmail Dede’nin saçlarını tarar gibi bir hareket yapmaktadır. Yüzlerinde durgun fakat mütevekkil bir ifade görülür.
Yenikapı Mevlevihanesi… İsmail Dede hücresinde yalnız, mırıldanarak, “Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde” sözleriyle başlayan şarkısını bestelemektedir.
Aynalıkavak Kasrı; III. Selim, Şakir Ağa ve 3 usta bestekâr… Padişahla devrin dört usta bestekârı, İsmail Dede’nin
yeni bestelediği eser üzerine konuşmakta, onun artık “büyük usta”lardan biri olduğu konusunda fikir yürütmektedirler. Padişah’ın, “Keşke bu büyük eserden mahrum kalsaydık da, İsmail Dede bu kadar derin bir acı yaşamamış olsaydı” sözleriyle sohbet halkasındakiler başlarını hüzünlü bakışlarla önlerine eğerler. Hünkâr, aynı zamanda devrin en önde gelen mevlidhanlarından olan Şakir Ağa’ya hitaben, Dede’nin oğlu Mehmet Salih’in 40. irtihal gününde Ayasofya’da bir Mevlid merasimi tertip olunmasını irade eder.
Galata Mevlevihanesi… Padişah, candostu ve şeyhi Şeyh Galib’le sohbettedir. Fakat sohbet oldukça kısa sürer; zira padişahın acelesi var gibidir. Bu aceleyi sezen Şeyh Galib, meraklanmış olmasına rağmen sebebini sormaz ve misafirini uğurlar.
İstanbul’un uzakça kasırlarından biri; gece… Etrafta olağanüstü güvenlik tedbirleri göze çarpar. İçerisi telaşla kaynaşmakta, ecnebi trupun mensupları sahneye hazırlanmaktadır. Padişahın ve maiyetindekilerin yerlerini almasıyla mutlak bir sessizlik hâkim olur. Avrupa’dan gelen trup temsiline başlar. Padişah, yanındakilerin çoğunun dehşete yakın bakışlarına karşılık, büyük bir merak, belirgin bir memnuniyet ve ışıldayan gözlerle temsili izlemektedir.
Yeniçeri Ocağı’nın komuta merkezi; gece… Ağalar, hummalı bir kaynaşma ve tartışma içindedir. En kıdemlilerinden birinin köpürmüş bir şekilde ağzından “Gâvur”, “Katli caizdir” gibi
ürpertici sözler dökülmekte, diğerlerinin bu tehlikeli sözleri onayladığı görülmektedir.
Galata Mevlevihanesi; gece; Şeyh Galib, başka iki Mevlevi şeyhi, İsmail Dede… Ciddi bir havanın hakim olduğu gözlenen sohbet, padişahın adeta iki kişilikli hayatı üzerinedir. Devlet yönetimindeki celâli ve katılığı ile müzik hayatındaki rikkati ve hassasiyeti; musikideki bilgin derecesindeki varlığı ile operaya verdiği dikkat… gibi tezatlar konuşulmakta, bu tezatlar üzerine yorumlar yapılmaktadır.
Topkapı Sarayı; Harem; akşamüzeri… Padişah, dairesinde özel işleriyle meşguldür. Önünde neyi ve şiirlerin yazdığı kâğıtlar bulunmaktadır. Dışarıdan gittikçe büyüyerek gelen uğultularla ayağa fırladığı anda kapı büyük bir gürültüyle açılır ve birkaç iri kıyım yeniçerinin arasındaki üç yeniçeri ağası, padişahın üzerine doğru yürürler. Kireç gibi bir yüzle ve hiddetle üzerlerine hamle eder. Ağzından, kan dondurucu ve şiddetli bir tonla hakaretler, sunturlu küfürler dökülür. Hiç kıpırdamadan dinleyen yeniçeriler atılırlar ve olmadık sert muameleyle kollarına girip derdest ederler. Padişah kurtulmak için debelenir, fakat başarılı olamaz. Gözlerinden alev fışkırır gibidir, muhataplarının kafalarını koparacağına dair tehditkâr haykırışlarını sürdürür. Nefes nefese göğsü inip kalkarken ağalardan biri hal’ini yüzüne tebliğ eder.
Akbıyık’taki evin selâmlığı; Şeyh Galib, üç başka şeyh, İsmail Dede… Meclisi bir mâtem havası sarmıştır. Şeyhler, Mevlevi kıyafetinde değil, sivildirler. Karanlık vaziyeti mütalaa
etmektedirler. Fakat ümit verici bir sonuca ulaşamamaktadırlar. Tahta geçirilen IV. Mustafa’nın III. Selim’e mukayesesi yapılır; aczi dile getirilir. Sohbetin bir yerinde İsmail Dede’nin padişah musahibliğinden azledildiği konusu geçer. İsmail Dede, bunun hiç mühim olmadığını, asıl meselenin devletin temadisi olduğunu belirten sözler sarfeder. Sohbet,endişeli yüzlerle sona erer.
İstanbul’da bir kasır; seher vakti… Omuzları ve yüzü belirgin şekilde çökmüş olan devrik padişah, kapatıldığı dairede sabah namazını bitirir. Seccadesini toplayacakmış gibi yaparken vazgeçer ve sadece ucunu katlayıp bırakır. Sedirine geçer ve önündeki tomar tomar kâğıtla neyine isteksizce, sıkıntılı bir yüzle bakar. Sessizlik, kapının dışında birdenbire kopan gürültüyle yırtılır ve şiddetle yüklenilen kapı içeriye doğru esnemeye başlar. Gayrıihtiyari olarak neyini kapar ve ayağa fırlar. Kapı gürültüyle açıldığı gibi irikıyım yeniçeriler sökün ederler. İkisinin ellerinde kalın urganlar vardır. Üzerlerine doğru hamle eder, fakat başarılı olmasına imkân yoktur. İlk olarak elindeki ney düşer ve ayaklar altında kalıp parçalanır. Ağzından can havliyle korkunç bir feryatla hakaretler, sunturlu küfürler dökülür. Fakat birkaç saniye içinde yere çöktürülüp urgan boynuna geçirilmiştir. Biraz önce ucunu katladığı ve debelenme sırasında konumu bozulup üzeri kirlenen seccadesinin üzerine yıkılıp cansız kalakalır. Sabit ve açık kalan gözlerinin bebeklerinde Kelime-i Şahadet yazılı gibidir.
Akbıyık’taki ev; gece… Dede’nin başı, etrafı ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle Gülnihal’in omuzlarındadır. Gülnihal’in
şefkatli parmakları yine zor bir görevdedir. Dede’nin ağzından parça parça, büyük koruyucusunun katledilirken kendini elindeki neyle savunmaya çalıştığına dair sözler dökülür. Hıçkırıklarla sarsılırlar.
Topkapı Sarayı; Cülus töreni… III. Selim’in katledildiği gün tahttan indirilen IV. Mustafa’nın yerine padişah olan kardeşi II. Mahmud’un cülus töreni yapılmaktadır. III. Selim’in amcaoğlu olan II. Mahmud, 23 yaşındadır ve Dede’den 7,5 yaş küçüktür. Amcazadesi III. Selim gibi şair ve bestekârdır.
Babasının konağı… Aradan birkaç ay geçmiştir. Bir acıyla daha yüzyüze gelen İsmail, annesi Rukiye Hanım’ı kaybetmiştir. Baba evinde, kaybettiği annesinin cenazesiyle ilgili koşuşturmaya riyaset etmektedir. Yüzü üzüntülü, fakat perişan değildir.
Akbıyık’taki ev; gece… Karı-koca, Rukiye Hanım hakkında konuşmakta, rahmetle anmaktadırlar. İsmail Dede, son yıllarda daima annesinin gönlünü ve hayır dualarını almakla geçirmiş olduğu için büyük bir vicdani rahatlık içinde olduğunu belli eder ve “Şükür ki gençliğimdeki hataları sürdürmemişim” diye konuşur. Gülnihal Hanım kocasına, evlât sahibi olduktan sonra annesine daha düşkün hale gelmiş olduğunu hatırlatır.
Yenikapı Mevlevihanesi… İsmail Dede hücresinde çalışırken bir derviş içeri girer ve saraydan bir görevlinin geldiğini haber verir. Gelen bir musahiptir. Sultan II. Mahmud’un davetini iletmek için gelmiştir. Hemen ertesi gün sarayda göreve
başlaması istenmekte, “musahib-i şehriyari” unvanının tekrar tevcih edildiği bildirilmektedir.
Topkapı Sarayı; Huzur-ı Hümayun… II. Mahmud, huzura çıkan İsmail Dede’ye, devrin en büyük bestekârı olduğunu ifade ederek iltifatlar etmekte, kesintiye uğrayan saraydaki musiki yoğunluğunun tekrar başlayacağının müjdelerini vermektedir. Asıl müjdesini en sona saklayan padişah, “Sermüezzin” unvanını da verdiğini söyler!
Saray, Meşkhane… Kafa kafaya vermiş dört kişinin üzerine adeta kara bulutlar çökmüş gibidir. Şakir Ağa, büyük bir haksızlığa uğradığını ifade etmekte, etrafındakiler de onu “Müezzinbaşılık senin hakkındı” diye onaylamakta, kışkırtmaktadır. Aralarından biri, padişahın, İsmail Dede’yi huzura kabul ettiğinde “devrin en büyük bestekârı” diye iltifat ettiğini söyleyince Şakir Ağa’nın artık dayanacak gücü kalmaz ve duvardaki oyuntunun içine yerleştirilmiş mevlevi sikkesini sert bir el hareketiyle devirir.
Ertesi gün; aynı mekân… Dede, candostu iki bestekâr olan Dellâlzâde ve Mutafzâde ile sessizce konuşmaktadır. Yüzlerine yansıyan gerginlik, çok gizli ve önemli bir konuyu konuştuklarını hissettirmektedir. Nitekim, Dede, şehzâdeliğinde çok fazla “Batı hayranı” olduğu bilinen, gelenekselci kesimler nazarında daima kuşkuyla anılan padişahın, Türk Musikisi’ne sarayda bu payeyi tekrar niçin verdiğini tam kavrayamadığını söyler. “İşin içinde acaba ne olabilir?” diye sormakta, fakat cevap bulamamaktadır.
Dellâlzâde, saraya İtalya’dan getirtilen müzisyenlerin temsillerinin izlendiğini işittiğini söyler. Dede ise padişaha çok yakın bazı ileri gelenlerin konuşmalarından, Yeniçeri Ocağı için hiç de hayırlı şeyler düşünülmediğini anladığını aktarır. Kısa bir sessizlik anından sonra Dede’nin yüzü aydınlanır. “Buldum” der. Diğerleri sorgulayan gözlerle bakarlar. Dede gülümseyerek kalkar, yürür ve duvarın önünde durur. Bir gece önce Şakir Ağa’nın devirdiği sikkeyi eliyle düzeltir ve yerine özenle yerleştirir. Sonra eli duvarda ağır ağır ilerler ve diğer oyuntudaki Bektaşi tâcına değer değmez durur. Okşar gibi bir hareket yapan elini usulca çeker. Diğerlerinin yüzü de problemi çözmüş gibi aydınlanmıştır.
Yeniçeri Ocağı’nın komuta merkezi; gece; orta ağaları… Odaya, en saygıdeğer köşedeki Bektaşi tacı hâkimdir. Ağalar hiddetlidir ve karmakarışık konuşmaktadırlar. Konuşulan hiçbir şey net olarak anlaşılmamakta, ama büyük bir memnuniyetsizlik olduğu farkedilmektedir.
Galata Mevlevihanesi; gece… Mukabelede Dede’nin âyini icra edilmekte, padişah huşû içinde izlemektedir. Mukabeleden sonra dergâhtan ayrılan padişah ihtiramatla uğurlanmaktadır. Kaynaşan kalabalığın arka planında gölge gibi iki tip, uzak ve karanlık bir köşeden olanı biteni izlemektedir. Boyunlarındaki muskanın şeklinden Yeniçeri, yani Bektaşi oldukları bellidir.
Ayasofya Camii’nin önü; gece… Kadir gecesidir. Büyük mabedin önünde biriken mahşeri kalabalık arasında, Mevlid’i Şakir Ağa’nın okuyacağı sözü dolaşmaktadır. Caminin cümle
kapısında izdiham vardır. İçeri girmek isteyenler birbirlerini ezer gibi yığılmışlardır. Müezzin mahfilinde sıralanmış mevlidhanların en başında oturmuş olan Şakir Ağa, Mevlid’in Velâdet bahrini okumaktadır. Akıl almaz tiz perdelere basamak basamak çıkıp, “İndiler gökten melekler sâf sâf” mısrâına geldiğinde ise insan sesinin zirvesi denilebilecek derecede tiz ve yakıcı nağmelerini duyan cemaatin “Allah!” nidalarıyla dalgalandığı ve cemaatte ayrı yerlerden birçok kişinin cezbe halinde kendilerinden geçtiği görülür. Aynı anda Hünkâr mahfilinde Mevlid’i dinleyen II. Mahmud’un da sarsıldığı farkedilir. Cemaatin arasında, yanında Mutafzâde, Dellâlzâde ve saraylı diğer birkaç müzisyen olduğu halde oturan İsmail Dede, başı önünde, hıçkırmaktadır.
Saray; Huzur Faslı… Şakir Ağa ve Dede Efendi ile yakın çevrelerindeki öteki müzisyenlerden kurulu fasıl heyeti, II. Mahmud’a, hazırlanan faslı icra etmektedir. Şakir Ağa, Dede’yi padişahın huzurunda mahvetmek için o akşam sahnelemek üzere bir tuzak hazırlamıştır. Bulduğu yeni makamı ilk kez o gece okuyarak hünkârın gözüne girecek, Dede’yi gözden düşürecektir. Bulduğu makamdan bestelediği eseri talebeleriyle okumaya başlar. Dede ve talebelerinin suskun kalmalarından işkillenen padişah,. Eser biter bitmez faslı keserek bu bilinmeyen eseri ve makamını sorar. Şakir Ağa anlatır. Faslın ikinci eserini yetiştiremediği için atlayarak üçüncü esere girecekken, Dede ve talebeleri, ikinci sırada olması gereken bir eseri okumaya başlarlar! Şakir Ağa dilini yutacak gibi olur. Zira makamı kendisi bulmuştur ve böyle bir şeyin imkânı yoktur. Çok iyi musiki bilen padişah, olanı biteni
derhal kavramış, hatta küçük bir kahkaha atacak kadar eğlenmiştir. Şakir Ağa’nın elinde patlayan musiki tuzağı II. Mahmud’un da merakını uyandırmıştır. Dede, nasıl olup da hiç kimsenin bilmediği bir makamdan eser besteleyebilmiştir? Bu sorunun cevabını bilmiyor olsa da gecenin son perdesi, Şakir Ağa’yı kahreden nihai bir padişah hitabıyla kapanır: “Şakir! Dehandan şüphe etmeyiz. Ama Dede musikide bir canavardır; sen onunla başedemezsin!” Şakir Ağa’yı kahreden bu hitapla Dede’nin de yüzü asılmış, bembeyaz kesilmiştir. Fasıldan sonra Dellâlzâde, Dede’ye niçin durgunlaştığını sorar. Dede, “Beni kan içen bir mahlûktan başka benzetecek bir şey bulamadı” diye padişaha içerlediğini belli eder.
Ertesi gün; Huzur-ı Hümayun… Padişah, bir gece evvelki tuzak olayının ayrıntılarını, son derece neşeli bir yüzle Dede’den sormakta, Dede ise son derece gergin görünmektedir. Ama iradeyi cevapsız bırakmak mümkün olmadığından, anlatır: Meşkhane’de son günlerde Şakir Ağa ve avenesinin gizli gizli bir şeyler yaptıklarını fark etmiş; hiç belli etmeden görevlendirdiği birine ne olup bittiğini izlettirmiştir. Şakir Ağa yeni bir makam bulmuş, o makamdan bir “takım” bestelemektedir. Ancak 1. besteyi tamamlamış, 2. besteye ilham gelmeyince sonraya erteleyerek ağır semaiyi bestelemeye girişmiştir. Bunu öğrenen Dede, gizlice izlettirdiği öğrencisinden yeni makamın seslerini öğrenenmiş ve Şakir Ağa’nın atladığı 2. besteyi bestelemesi hiç de zor olmamıştır. Hikâyeyi duyunca pek neşelenen II. Mahmud, iltifatlarına pek güleryüzle karşılık vermediğini farkettiğinde bir
anda ciddileşir ve sorar: “Sana canavar dediğimize mi alındın İsmail Efendi?” Sebebin bu olduğunu anlayınca da gönlünü alır ve yüzünde gördüğü ilk tebessümden sonra Dede’yi ayağa kalkarak uğurlar.
Akbıyık’taki ev; sabaha karşı… Gecenin derin sessizliğinde uyuyan Dede ve karısı, fazla uzaktan gelmeyen top gürültüleriyle yataklarından fırlarlar. Uyandırdıkları kandilin ışığında korkulu gözlerle birbirlerine bakarlar. Gülnihal Hanım hemen çocuklarının yanına koşar. Gürültüler şiddetini artırmaktadır. Ne yapacaklarını şaşırmış vaziyette sinirli sinirli dolaşmaya başlarlar. Tam o sırada kapının şiddetle vurulduğunu işitirler. Dede aşağı iner, kapıdaki Dellâlzâde’dir. Heyecanla, Yeniçeri Ocağı’nın topa tutulduğunu, ortalığın çok karıştığını, kışlalar çok yakın bir mesafede olduğu için burada güvende olamayacaklarını, hemen hazırlanmalarını ve bekleyen arabayla gitmeleri gerektiğini söyler. Kısa süre sonra bindikleri araba Dellâlzâde’nin konağına doğru hareket eder.
Aynı gün öğleye doğru; Sultanahmet; Yeniçeri kışlalarının önü… Yerlebir olmuş binalardan toz bulutları yükselmektedir. Yıkıntıların arasında yer yer parçalanmış vücutlar ve Yeniçeri kıyafetlerine ait parçalar gözükmektedir. Yıkıntılar arasında dolaşan askerler, hayat emaresi gördükleri her kıpırtının üzerine tüfeklerini boşaltmaktadırlar. Kumandanlardan biri yüksek sesle padişaha rapor vermektedir. Padişah bir binayı göstererek niye ayakta olduğunu sorar. Cevap, o binanın
Mehteran’ın binası olduğu şeklindedir. Korkunç bir hiddetle köpüren II. Mahmud, “O mel’un şer yuvasından yakılıp yok edilmedik tek bir zerre kalırsa, sebep olanları kendi ellerimle parçalar ve tozlarını havaya savururum!” diye gürleyecek ve birkaç dakika içinde ayakta kalan o binanın da top mermileriyle lime lime yıkıldığı, bir süre sonra da binanın yerinde kesif bir toz bulutunun yükseldiği görülecektir.
Saray; Muzıka-yı Hümayun’un Alafranga kısmı… Koridorlarda devrin İtalyan müziği yankılanmaktadır. Pırıltılı batı tarzı üniformalarıyla Muzıka talebesi talimdedirler. Onları izleyen saray ahalisi arasında Dede ve yakın arkadaşları da bulunmaktadır. Tepkisiz yüzlerle dinlemektedirler. Talebe talime ara verdikten sonra salona giren Donizetti, Dede’ye ve yanındakilere belirgin bir saygı ve hürmet gösterisiyle selam verir. Dede ve yanındakiler ayağa kalkarak başlarıyla mukabele ederler.
Saray; Muzıka-yı Hümayun’un Alaturka kısmı… İçeridekiler, Dede’nin idaresinde meşktedirler. İçeri bir görevli girer ve doğruca Dede’nin kulağına eğilerek birşeyler söyler. Dede’nin yüzü bembeyaz kesilir ve dalgın gözlerle elini kaldırıp talebenin susmalarını işaret eder. Görevli çekilirken Dede ağırca ayağa kalkar. Artık 61,5 yaşındadır ve yaşından ziyade aldığı haberin etkisiyle ayakta zorlukla duruyor gibidir. Talebe bir cevap bekler gibi donmuş vaziyette bekler. Dede, “Padişahımız efendimiz irtihal eylemişlerdir. Azadesiniz” der demez talebeler
gözyaşlarına boğulur.
Birkaç gün sonra, aynı mekân... Dede ve arkadaşları sohbet etmekte, merhum padişahın 16 yaşındaki oğlu olan yeni padişah I. Abdülmecid hakkında bildiklerini birbirlerine anlatmaktadırlar. Türk Musikisi ile hiçbir ilgisi olmadığını, şehzadeliğinde sadece Batı musikisi ile yetiştirildiğini söylemektedirler. Dede’nin yüzü çok düşüncelidir.
Saray; Huzur-ı Hümayun… Yeni padişah, Dede’ye büyük bir saygı ve iltifatla konuşmaktadır. Dede’nin endişelerini sezmiş de rahatlatmaya çalışır gibi görevlerinin devam edeceğini söyler.
İtalyan Katolik Kilisesi… Kilise cemaati, papazlar, diğer kilise ahalisi, başta İtalyan sefiri olmak üzere yabancı elçiler, ölen Donizetti için padişahın, babasının yadigârı olan müzisyene yaptırdığı ihtişamlı cenaze töreninde biraradadırlar.
Beyoğlu Naum Tiyatrosu… Saray görevlileri, tiyatronun yöneticisine, padişahın iradesini tebliğ ederler. Tiyatroda temsiller veren İtalyan trupunun şefi Mösyö Guatelli, Muzıka-yı Hümayun’un başına geçirilmek üzere saraya davet edilmektedir. Guatelli teklifi büyük memnuniyetle kabul eder, görevlileri yerlere kadar eğilerek uğurlar.
Muzıka-yı Hümayun… Londra sefirliğinden dönen Reisülküttap Mahmud Efendi, Britanya’da bulunduğu dönemde izlediği bir konseri Dede’ye ballandıra ballandıra anlatmaktadır. Konserde çalınan bir eserin Rast makamına tekabül ettiğinden
söz etmekte, Dede ise ilgiyle dinlemektedir. Musikiden anlayan Mahmud Efendi, bahsettiği eserin melodilerini mırıldanmaya başlar. İkinci tekrarında Dede de kendisine katılır, bir kez daha birlikte ve elleriyle havada tempo tutarak tekrar ederler. Müzik aynen tekrar ederek uzar…
Birkaç hafta sonra; aynı mekân… Fasıl heyeti, Reisülküttap Mahmud Efendi ile Dede’nin birlikte terennüm ettikleri müziği bu kez ses ve saz olarak toplu halde icra etmektedir. Muzıka’nın Batı Musikisi kısmı istirahat saatindedir ve her zaman olduğu gibi Türk Musikisi kısmından yükselen seslere kulak vermektedirler. Eserin, Reisülküttap Mahmud Efendi’nin Dede’ye okuduğu kısmına sıra geldiğinde, Batı musikicileri, başta Guatelli olmak üzere mutlak bir sessizlikle donakalırlar. Eser biter bitmez öteki tarafa seğirten Guatelli, Dede’ye bu eserin ne olduğunu sorar. Dede hikâyeyi anlatır. Bestelediği eserin içine Mahmud Efendi’nin Londra’dan getirerek naklettiği melodileri yerleştirdiğini ve bu esere de Mahmud Efendi’nin naklinden dolayı “Kâr-ı Müşterek” adını verdiğini anlatır. Guatelli büyük saygı gösterileriyle Dede’yi tebrik eder. Dede’ye, bu tarz başka eserleri olup olmadığını sorar. Olumlu cevap alınca icra edilmesini rica eder. Heyet, Dede’nin Batı çizgilerini yansıtan birkaç eserini arka arkaya icra eder. Guatelli, samimi bir hayranlıkla dinler. Binbir iltifatla Dede’nin ellerini yakalamış, övgülerine devam ederken, kendi bölümünden gelen bir görevli, padişahın geldiğini haber verince alelacele vedalaşır ve aceleyle gözden kaybolur. Yanındaki biraz önce
uğuldayan kalabalık onunla beraber çekilince, içeriyi mutlak bir sessizlik kaplar. Kimseden çıt çıkmaz. Tam o sırada öteki taraftan son derece şen bir müzik yükselir; padişah müzik dinlemektedir. Dede, bulunduğu yere çöker. İki yanına da Dellâlzâde ve Mutafzâde... Dellâlzâde diğerlerine işaret eder, herkes çıkar, sadece üç eski dost ve usta müzisyen kalır. Duvarın öteki tarafından gelen müzik sesi, üç adamın sessizliğinin altında ezilir gibidir. Tam o sırada gözleri yerdeki halının bir nakışına takılı kalan Dede’nin dudaklarından şu sözler dökülür: “Artık bu oyunun tadı kalmadı!”
Dede’nin evi; selâmlık; Dede Efendi, Dellâlzâde, Mutafzâde… Harem bölümünden, duvardaki dönme dolap marifetiyle iletilen kahveleri, bir genç erkek hizmetçi servis etmektedir. Hizmetçi çıkınca Dede kahvesinden bir yudum alır ve bir sırrı paylaşır gibi alçak bir sesle konuşmaya başlar: Saraydan ayrılmaktan başka çare düşünemediğini, bu üvey evlât konumuna tahammül edecek gücünün artık tükendiğini söyler. Ama saraydan ayrılma isteğini dile getirdiğinde, padişah tarafından mutlaka sebep sorulacağını bilmektedir. Bu durumda yalan konuşamayacağı için uydurma bir sebep gösteremeyeceğini; doğruyu söylemesi durumunda ise padişahın hiddetine sebep olup, üvey gibi de olsa saraydaki hayatiyetini sürdürmekte olan musikinin varlığına bir zarar verebileceğini anlatır.
Altı yıl sonra; Saray; Muzıka-yı Hümayun… Aradan 6 yıl daha geçmiş, Dede biraz daha yaşlanmıştır. Meşkhane’nin
köhneleştiği göze çarpar. Her tarafa bir yorgunluk, bezginlik sinmiş gibidir. Zeki Mehmed Ağa, Dellâlzâde, Mutafzâde ve diğerleri, etrafına toplandıkları Dede’ye dikkatle kulak kesilmişleridir. Dede, kararlı bir şekilde konuşmaya başlar: “Vakittir!” Bu tek kelimelik nutka hiç kimse cevap vermez, ama yüzler aydınlanmıştır. Hep birlikte kalkarlar.
Saray; Huzur-ı Hümayun… Padişah, asıkça bir yüzle Dede’ye sebep sormaktadır. Dede, üç arkadaşı ile birlikte Hacca niyet ettiklerini söyler. Padişah’ın yüzü rahatlamıştır. Ayağa kalkar ve Dede’yi iyi dileklerle kapıya kadar bizzat uğurlar.
İstanbul limanı… Uşakların taşıdığı denkler gemiye taşınırken, Dede ve arkadaşları kendilerini uğurlayanlarla vedalaşırlar ve gemiye binerler. Gemi, pâyitahtın siluetini arkada bırakarak ağır ağır açılır.
Kâbe… Tavaf… Dede’nin gözleri bir noktaya takılı gibidir. Yüzünde müthiş bir aydınlık vardır. Her dönüşte bütün bir ömrünü, bütün inişleriyle ve çıkışlarıyla bir kez daha yaşamaktadır. Kâh oğlu Salih’i ve Mustafa’yı kaybeder… Kâh babasını, annesini, şeyh efendisi Ali Nutkî Dede’yi, büyük dostu III. Selim’i, II. Mahmud’u… Kaybeder, bulduğunu hisseder, kaybeder, bulduğunu hisseder… Çileye girdiği gençlik dönemindeki gibi, adeta sema meşkindeymiş gibi tavaf eder… Yüceldiğini ve artık yücelecek son bir aşama kaldığını hissetmektedir. Dönüşün verdiği garip sarhoşluk hissiyle kalbinden yukarılara doğru yükselerek akan bir sıcaklık,
dudaklarındaki Zikrullahla meczolmaktadır: “Yörük değirmenler gibi dönerler…”
Gece, çadırlarındadırlar. Dede, tavaf sırasında kalbinden dudaklarına akan besteyi yanındakilere geçmeye başlar. Bu, son eseridir. Yaşadığı dönüş ve yüceliş duygusunu dile getirmektedir ve Yunus’un şiirindendir: “Yörük değirmenler gibi dönerler / El ele vermiş Hakk’a giderler…”
Mînâ; gece… Dede ateşler içinde gözleri kapalı, yatmaktadır. Arkadaşları, derin bir üzüntü ile nöbetleşe, büyük üstadlarının alnını sirkeli bezlerle serinletmeye çalışırlarken, bir taraftan da küçük seslerle o günlerde hızla yayılan kolera salgınından söz etmektedirler.
Sabah ezanı vakti… Gözlerini aralayan Dede, hepsi uyanık ve pür dikkat bekleşen arkadaşlarına, gecekine göre daha dingin bir yüzle ve kısık bir sesle sorar: “Bugün hangi gün?” Kurban Bayramı’nın ilk günüdür. Dellâlzâde cevap verir: “Efendim, doğum gününüz!”… Çehresinde çadırın için aydınlatan bir tebessümün pırıltıları doğar: “Belî! Öyle bir yere doğuyorum ki…”
Ve gözleri ağır ağır kapanır.