TOZLU ARŞİVLER
Hamide Uysal
Yürüdüğünüz yollara, önünden geçtiğiniz eski binalara, ağaçlara bakıp hiç düşündünüz mü “Daha önce kimlere şahit oldular geçip giden… Ve biz, ne zamana kadar misafiriz…” diye? Bu sır dolu hayatı her ihtimali göze alarak, elimizden ve yüreğimizden geldiğince ne kadar faydalı geçiriyoruz? Yaradan’ın bize bahşettiği üstün meziyetler var. Aslında her insan, sahip olduğu bu ömürde, bir çok güzellikle donanmış olarak dünyaya geldiğinin, ne kadar kıymetli olduğunun farkında mı? Öyle olsa, mutlu, verimli, rızaya ermiş bir gönül içinde çevresine de yansıtmaz mı her güzelliği?...
Allah’ın bazı kullarına farklı üstünlükte verdiği kabiliyetlerin en güzeli, sanatın çeşitli dallarında olmalı. İşte benim, bunun tam ortasında olduğum musiki dünyası, bu mozaiğin bir parçası. Öyle bir alem ki ve öyle bir derya, hikâye edildiğine göre; Dede Efendi’ye sormuşlar: “Musikiyi bize nasıl anlatırsın?” diye… O da: “Musiki bir deniz, ben paçalarımı sıvadım, girmeden gidiyorum” demiş. İçine girdikçe hiçbir şey bilmediğimizi anladığımız bu ilim, öğrendikçe bilinmezliğini arttırıp, benlik duygusunu aciz bırakıveriyor. Önceleri gösterdiğimiz cahil cesareti karşısında, tecrübe edindikçe utanıyoruz… Belki de büyük sanatçıların tevazusu ve hiç bitmeyen heyecanı, aşkı bu yüzdendi. “Biliyorum” demek, bilgisizliğin göstergesi, sanattaki kibirli duruş, cahilliğin… Başak doldukça başı öne eğilirmiş. İşte bu sanat gerçek sanatçıyı
bu hale getirmeli. Farklı bir duruş, hassasiyet, tevazu ve asalet içinde sanatçı, Allah’ın kendisine lûtfettiği yeteneği, ahlak değerleriyle birleştirip, çevresine örnek olmalı, ışık tutmalı. Doğru yapılan sanat, kültürü ve kalbî duyguları yüceltip, daha derin insani anlayışın oluşmasına yardımcı olur.
Klasik dönemden, neoklasik döneme, sonra Cumhuriyet yıllarına ve son döneme geldikçe musikinin zaman içinde farklılaştığına şahit oluyoruz. Değişen toplumsal yaşayış, düşünce ve ahlak anlayışı kendini sanat içinde öyle güzel anlatıyor ki! Bir zamanlar bu müziğin icrasında, eserlerin, tavır ve uslûbun düzgünlüğü çok önemliydi. Bu alanda tanınan bestekar ve sanatçılar mutlaka işinin ehli kişilerdi. Şimdi, Türk Müziği ile ilgisi olmayan şarkılar, arabesk ve fantezi müzik arasında gidip gelen melodilere ses olmaya çalışan bazı icralar, o anlayışla büyük bir tezat içinde değil mi? Asaletini, derinliğini, kültürünü, kimliğini kaybeden bir Türk Müziği hangi sanatçıyı ve dinleyiciyi mutlu eder? Zaman geçmiş; zaman, deliller bırakarak tüketmiş kendini. Her geçen gün, bir öncekini özletir olmuş, ne tuhaf!
Uzun koridorlarda asılı duran 1960’lı – 70’li yıllarının siyah beyaz fotoğraflarına bakıp, Radyonun A ve B bantlarının olduğu, eskiden hatıralar taşıyan arşivine giriyorum… Yüzlerce bant ve cd’lerin olduğu raflar geçmişe şahitlik ediyor. Sonra; o bantlar, Otari bant okuma cihazına sarılıp düğmeye basınca dile geliyor: “Bir zamanlar buradaydılar”… Arkada birkaç eşlik sazı sakin ve önde mutlaka içten, sade, güzel bir icra alıp götürüyor insanı bu
dünyadan. Yüzümde ister istemez beliren bir tebessümle, kalbim huzur buluyor sevgisi, hasreti, içtenliği bütünüyle melodilere akseden sanatçıların sesinde. Bir başka sevda, bir başka coşku var şarkılarda. Elimde olsa da, Hafız Burhan ve ya Hafız Kemal’den bir gazel, ardından, Hamiyet Yüceses’ten bir şarkı dinletsem şu an: “Gelse o şûh meclise nâz-ü tegafül eylese”… Sonra; Perihan Altındağ Sözeri ve ya Sabite Tur Gülerman sûznak bir şarkıya can verse içli yorumlarıyla: “Ne müşkülmüş seni sevmek sana yâr olmak”… Nasıl titriyor o sadelikte insanın gönlü! Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar’la gencecik, hayat dolu sesleriyle düet yapsa, film izliyor gibi yaşanır şarkılar işte o an. Ahmet Üstün, Lütfi Güneri, Nadir Hilkat Çulha, Nevin Demirdöğen, Nezahat Hanım ve daha ismini belki hiç duyup da fark etmediğimiz sanatçılar, hepsi aynı yalınlık içinde duygulu, keyifli… Bundan sadece 50- 60 yıl öncesine gittim belki. Onların da hocası olan bestekarlara, sanatçılara bakınca artık kabiliyetim yetmiyor anlatmaya. Zeki Arif Ataergin, Yesari Asım Arsoy, Lem’i Atlı, Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar… Önceki yüzyıllarda Hacı Arif Bey’ler, daha önceleri Dede Efendi’ler ve klasik dönemin en başları Abdulkadir Meragi, Itri…Onlar bir devirdi geçti…
Yaşadığımız dönem de kendi içinde birbirine benzer uslûplerle(!) gelmiş. Daha çok saz, daha volümlü mikrofonlar sesin önde olabilmesi için, daha abartılı yorumlar bazen ve yok denecek kadar az yapılan besteler… Bunların arasında parmakla sayılabilecek kadar düzgün icralar, saygın sanatçılar ve topluluklar
var elbette. Şu andaki Türk Müzik dünyasında boy gösteren çoğunluğa bakıp düşünmeli; hangisi etkili, huzur verici? Hangisi olması gerektiği gibi, hangisi gerçekten sevdalı ya da hasret içinde hüzün sesinde? Hangisi bizim gerçek musiki dilimiz? Ya da hangi bestelerle, sözler bize bir şeyler katıyor? Hangisi edeple yoğrulup, ilahi bir ilhamla dile gelmiş? Eski mi, yeni mi?
Zaman ve ahlak değerleri şarkıları kendine uydurdu. Kolaylaştıkça ulaşmak, duygular köreldi. Tüketmek daha değerli oldu, tükettikçe ve kazandıkça aşk geri planda kaldı. Maddi kaygılar ve hırslar belki işin büyüsünü bozdu, içtenliğini yitirtti. Ne besteler eskisi gibi, ne yorumlar… Düşündüm: “Neydi bu kadar fark yaratan arada?”… Yine “sevgi”ye geldi cevabı. Sevmek ne kadar önemli oysa; çıkarsız, kalbî, ümitle, coşkuyla sevmek. Her şeyde olduğu gibi, musikide belki daha da önemli sevmeyi bilmek, yaşamak, emek vererek çalışmak ve inanmak. Bir icracının, duygularla hayat bulan sözleri ve melodileri anlayarak, şarkıyı gönlünden geçirip, dudaklarından tesirle dökmesi ne kadar önemli. Ya da, sazına o hassasiyetle dokunup, tellere kalbinin sesini yansıtması bir saz ustasının… Bunun için; işini sevmesi, hayatı sevmesi, bahşedileni minnetle sevmesi, yaptığını hissedip anlaması ve içtenliği gerek. O eski sanatçılarda bulduğum bu oldu; abartısız, sade ama tesirli, içten bir yorum. Sonra; buna sebep veren, hasreti, aşkı, ayrılığı, acıyı derinlerden hissedip, güzel ve yerinde sözlerle melodilere dökmüş bestekarlar, şairler… Hepsi bir bütündü.
Teknolojinin bu kadar ilerlediği günümüzde artık her şeye ulaşmak kolaylaştı. Doğru olanı örnek almak elimizde olmalı. İşte bunun için, Yaradan’ın verdiği doğuştan yetenek yanında, duyguları körelmemiş bir gönül ve aşk gerekli. Çıkar gütmeden, ruhun ihtiyacı gibi çalışmak, çalışmak, çalışmak… Söylenildiği gibi, kolay ve bilineni değil; bu sanatı seven ve ilgilenenler, doğru ve içten yapılanı seviyor oysa. Madem ki bir milletin sanatı o milletin kültürünü oluşturuyor, gerçek ve güzel olanı yapıp, faydalı olabilmek için bu işe gönül vermeli. Artık o büyük üstatlarla meşk edip, hem sanat, hem hayat anlayışlarından faydalanmak mümkün değil. Fakat onları dinlemek, araştırmak bile az çok ruhlarını ve sanatlarını anlamaya yardımcı oluyor. Buna en iyi örneklerden biri de, öğrencisi olma şerefine eremesem de, geriye bıraktığı kayıtlarla bir uslûp, repertuar dersi veren Bekir Sıtkı Sezgin’dir. Onun maneviyatının derinliği ve aşkı, nasıl oluyorsa o çok özel sesinde ve icrasında okunuyor. Neyse ki, yine değerli bir sanatçı ve bestekar olan hocamız Alâeddin Yavaşça’ya yetişmiş olmanın şükrü içindeyiz. Onlarla aynı havayı solumak bile bir başka alemde hissettirir kendinizi. Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, Meral Uğurlu ve daha diğer yaşayan değerlerimiz gibi… İleriki zamanlarda, bizden sonraki kuşakların böyle tanımaktan onur duyduğu, hayranlıkla anlattığı, birlikte çalıştığı, örnek aldığı hocaları, musiki üstatları olabilecek mi?
Belki de hiçbir millette olmayan zenginlikteki musikimizi, doğru ve kaliteli yorumlar, besteler, sözlerle yaşatmak boynumuzun
borcu olmalı. Ümit ve gönülden, çıkarsız sevgi bu yoldaki başarımızı arttıracaktır. Arşivlere kaldırılan çalışmalarımız, gelecektekilere doğru örnek olmalı. Tıpkı geçmişteki o dinlemeye doyamadığımız besteler, icralar gibi. Zamanın karmaşasının musikimizi sarıp, kimliğini bozmasına izin vermemek için, eskiyi de örnek alarak, güzel ve doğru olanı yapmaya ve sevdirmeye gayret etmeli. Kalben bağlı olduğumuz bu yolda biz sanatçılara çok iş düşüyor. Muvaffak olabilmek ve musikimizin derinliğinin, asaletinin, içtenliğinin olması gerektiği gibi yerine getirilip, sürdürülmesi ümidiyle…