TÜRK MÜZİĞİNDE ŞARKI İCRÂCILIĞI
Mustafa Doğan Dikmen
“Herhangi bir eseri yorumlarken eğer kendi tüylerim diken- diken olmuyorsa; kendimi o eseri okumuş saymam!..”
Kendine has mimikleri, vücûd dili, her hâli hoş; hafif celâlli konuşma üslûbu ile üstâd-ı bî-nazîrim Bekir Sıdkı Sezgin, böyle söylerdi.. Bir eseri ilk meşk etme safhasında ta‘rîf ederken bile kendinden geçer, sanki karşısında talebeleri değil de konserini dinlemeye gelmiş bir topluluk varmış gibi heyecanlanırdı. Hattâ, eserin güftesi ile öylesine bütünleşir ve yorumladığı eserlerin şiirini öylesine yaşardı ki; çoğu zaman ağlamaktan korkmayan cesur insânların mağrûr edâsı ile önce kocaman mavi gözlerinin akı kızarır, sonra gözyaşları gözlük çerçevesinin dışında görülür ve neredeyse hıçkırıkları okuduğu esere peyrevlik edercesine ağlardı. Bu göz yaşlarımıdır bilinmez, kalbi hiç pas tutmamış; O, Türk Mûsıkî San‘âtına gelmiş geçmiş en yiğit ses sanatçılarından biridir. İnandığı, doğru bildiği yoldan hiç tâviz vermedi. Hiçbir menfa‘at karşılığı ibâdetine vesîle olmuş bu yüce san‘âta kötü söz söyletmedi, söyleyenlere de cevap vermekten bir nebze geri durmadı. Ve o muhterem(!) kimselerle menfa‘at hesapları yapmadı, ya hiç yan-yana gelmedi, ya da bu mecbûriyetten kaçamadıysa selâm vermedi. Nihâyet; Mûsıkîye ve kendine saygısını, ancak kendi hissedebileceği; nefesini kullanırken karşılaştığı zorlukları sebeb göstererek ve fakat, hâlâ mükemmel
icrâ edebiliyorken, âlem-i mûsıkîden icrâcı sıfatı ile sessiz-sadâsız ayrılarak; ama hiç unutulmayacak bir biçimde gösterdi.
Neyzen Aka Gündüz Kutbay; Bekir Sıdkı Sezgin için “ – O çok önemli bir şarkı icrâcısıdır.” demiştir. Üstâdım, kâr, beste, semâ‛î formlarındaki eserleri de çok sık söylemesine ve bu eserlerin genç nesil tarafından sevilip benimsenmesine vesîle olmasına rağmen, bu usta Neyzen tarafından neden “şarkı icrâcısı” olarak tanımlandı?.. Bu tanımın duygusallıktan uzak; akademik platformda incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bekir Sıdkı Sezgin, velûd; belli bir disiplin dâhilindeki kendine has uçarı fıtratı ve kuralları zorlamayan isyankâr yapısını şarkı icrâcılığında da göstermiştir. İşte bu icrâ tarzıdır ki O’nu farklı kılmış; hele bu özelliği Allah’ın yarattığı mükemmel fiziki1 yapıdan çıkan güzel sesle birleşince bir dinleyen bir daha unutamamıştır. Fakat, yumuşak üslûbu ve çoğu kez usûl darplarının zamân bakımından değerleri ile ustaca oynaması; aslında muta‛assıb olan ve bu ta‛asubu hassâsiyetle koruması gerektiğine inandığım çevreler tarafından, Neyzen Aka Gündüz’ün fikri ile desteklenmiştir.
Şimdi, Bekir Sıdkı Sezgin’in icrâcılığını 5 başlık altında inceleyelim:
1- Şan tekniği: Din âlimi ve mutasavvıf olan babası Hüseyin Kudsî Sezgin Hz. tarafından çocuk yaşta dîni ilimlerle donatılmaya başlayan küçük Sıdkı, Kur‛ân-ı Kerîmi henüz 7
yaşında hatmetmiştir. Ve Babası’nın konuya verdiği ehemmiyet netîcesinde tecvîd kâ‘ideleri üzerine çocuk yaşta ihtisaslaşmaya başlamıştır. Üstelik bu konuda Babası Hüseyin Efendi, kendisi de hâfız-ı Kur‛ân olmasına rağmen oğlunu devrin ulemâsından Kurrâ‛ Hâfız Hasan Akkuş’a emânet etmiştir. İşte bu çalışma ve devâmında meşketmiş olduğu; özellikle “Mevlîd” formu üzerine devrin en yetkin mevlîdhânlarından olan “Hâfız Mecîd Sesigür”den aldığı dersler,(tekke ve saray tavrı üzerine mevlîd icrâsı) kendisine Türk Mûsıkîsi icrâsı ile ilgili şan derslerini2 de en doğru biçimde vermiştir. Kafa kısmının yaradılışındaki doğal avantajını da ustaca kullanması, kendisinin şan derslerinde; özellikle batı şan tekniği öğreten hocalar tarafından örnek gösterilmesine sebeb olmuştur. Fakat ne yazık ki şu gerçek; henüz çocuk yaşlarında başlayan dînî eğitimi netîcesindeki icrâ tarzı,
1 Geniş alnı ve yüzünde; dışarıdan da belli olan geniş sinüs boşlukları, sesinin kafasında mükemmel rezonans yapmasına elverişli bir yaratılışta idi. Bu sebeple; ağzını çok açmamasına rağmen, kafa tasındaki bu elverişli boşluklarda tınlayan ses dinleyene eksilmeden ulaşırdı.
2 Kurân-ı Kerîm tilâveti, tecvîd kâ‘idelerinin tam olarak bilinmesini ve uygulanmasını gerektirir. Bu kâ‘ideler Allah’ın lisânında bulunan her harfin doğru söylenmesidir.İşte bu eğitim; her harfin (vokal & konsonant) vücutta ve başta çıkarılacağı bölgeleri ve bu harflerin çıkarılma şekillerini gösterir.Bu esnâda kullanılması gereken en doğru ve güzel ses de aranır ve buna çalışılır.Bu da, doğal olarak Türk Müziği söyleme tavrının ve şan tekniğinin en doğru biçimde öğrenilmesine vesîle olur.
şan derslerine emsâl olarak hiç konu edilmemiştir.
Hoca’dan, bir sohbet esnâsında dinlediğim; teesürle anlattığı şu hâdiseyi sizlere nakletmekle durumun vahâmetine dikkatinizi çekebilirim sanıyorum.. Usûlünü hatırlıyorum, fakat ma‛a-l-esef makâmını ve hangi tevşîh olduğunu bugün hatırlayamıyorum;
Doğru ve hakkı ile meşkten başkaca bir gâyesi olmaksızın, “Evsat usûlü” ne örnek için seçtiği bir tevşîh; ki, en güzel örnekler tevşîh formunda bestelenmiştir, okuldaki başka bir (merhûm) hoca tarafından şiddetle ve rencîde edici biçimde îtirâzla karşılanarak; “…-efendim, biz burada Atatürk ilkeleri ile eğitim yapıyoruz….” şeklinde ikâz edilmiştir… Ve bir Türk Müziği eğitim kurumunda batı tekniği öğretilmeye devâmla; repertuar derslerinde, Türk Müziği tavrı her bakımdan törpülenerek meşk edilmiştir. 1970 li yılların sonunda kimsenin bunu tartışmaya cesâret edemeyeceği bir vâkıa‘ iken; ve bir tevşîh meşki bile, korkudan mütevellid böyle bir vâ-veylâ koparabiliyorken, “...- Atatürk, sizin ‛ilm-i mûsıkî ile uzak-yakın bir alâkası bulunmayan şu lâf-ı güzâfınıza, tenezzülen ağzı ile gülmezdi…” diyebilmek için evlâd ü ‛ıyâlden geçmek gerekirdi.. Hangi şan tekniği; bu neyin eğitimi a cânım ?!?....
Hevâ-yı aşk eser serde
Efendim n’erdee ben n’erde
….bendeniz az söyleyeyim de, siz çok anlayınız saygıdeğer efendilerim...
2-Çok çeşitli formlar üzerine icrâ yapabilme özelliği: Yukarıda da arz ettiğimiz, camî ve tekke müzikleri üzerine ihtisâsı nedeni ile genel olarak, “Dînî Mûsıkî” diye ta‘rîf edilen müzik türünün icrâsında çok usta olduğu kabûl edilir. Ayrıca, icrâ tarzında muta‛assıb bilinmesine rağmen 16 - 18. yy icrâlarının yanı sıra “Türk Müziği’nde Romantik Dönem” (19.yy sonu) ve devâmında günümüze uzanan fantezi formlarını da çok başarılı icrâ etmiştir.3 Devrin en usta ses san‘âtkârı, Münir Nûreddin Selçuk’dan etkilenerek, kendisinden önceki ağabeyi, üstâd Alâeddin Yavaşca’nın açmış olduğu (şarkı söyleme tarzı) yoldan yürüyüp, hattâ zamân zamân okuduğu eserlere yaradılışındaki asâleti de katarak ayrıca süsleyip, her kesin söylediğinden daha farklı bir hâle koyması O’nun başlıca özelliğidir. Bugün “Şehir Folkloru”diye de niteleyebileceğimiz bâzı türkülerden oluşan repertuarı da okur ve özellikle Konservatuvardaki derslerinde örnek olarak öğretirdi.
3-Mûsıkî edebiyâtını kullanması: Edebiyâta meraklı ve müzik icrâsında kendisine lâzım olacak her türlü bilgiye vâkıftı. Okuyacağı eserin şiiri, O’nun için çok önemli idi. Bestekârlığında da bu konuda çok seçici olmuş; edebî değeri olmayan ve özellikle ma‘nâ bakımından, insânın hem aklını hem de gönlünü harekete geçirmeyecek şiirleri güfte kabûl etmemiş; ne bestelemiş ne de
3 1950-1960 yıllarında, devrin piyasa şarkılarını söylediği plakaları da dâhil olmak üzere; yaptığı taş plaklar, uzun çalar ve 45 lik plaklar; bugün emsâli ses san‛âtkârları ile, arasındaki şarkı söyleme üslûbu farkını ortaya koymaktadır.
söylemek sûreti ile icrâ etmiştir. Güfteyi daha önce çok iyi analiz ettiği ve ma‘nâsına vâkıf olduğu için, yorumladığı şarkıların hem nefes alma noktalarındaki hassâsiyetini, hem de bestekârlık ustalığını ve ma‘nâ prozodisini4 çok iyi değerlendirerek, dinleyenlerin gözlerine ve kulaklarına olduğu kadar fikirlerine ve gönüllerine de hitâb etmiştir. Almış olduğu “Kur‛ân-ı Kerim” ve “tecvîd kâ‘ideleri” ile ilgili eğitim netîcesinde bütün sesli ve sessiz harfler (vokaller ve konsonantlar) O’nun icrâsında çok doğru ve anlaşılır biçimde duyulmuştur.
4-Müzik cümlelerini kullanması ve perdeciliği: Şarkıların bestelendikleri elhânın aslına sâdık kalmak sûreti ile, zamân-zamân müzik cümlelerinin arasında kullandığı süslemeler, bugün icrâcıların benimseyerek ezberledikleri ve artık kaynağını unutarak mûsıkîye dâhil ettikleri melodiler hâline gelmiştir. Buna mümâsil; Tanbûrî Cemil Bey, Ûdî Nevres Bey, Niyâzi Sayın, Yorgo Bacanos gibi saz san‘atkârları da vardır.. Fakat üzülerek ifâde ve îkâz etmeliyim ki; Bugün adına “YORUM(!)” denilen, aslında “TAHRÎFÂT” veyâ “DEJENERASYON” olarak nitelendirilmesi daha uygun olan rezilliğin; Üstâdım’ın uyguladığı müzik hareketleri ile uzak-yakın bir ilgisi yoktur. Üstâd-ı bî-nazîrim, Allah’ın kendisine bahşettiği üstün vasfı, sonsuz
4 Ma‛nâ prozodisi: Güftenin ifâdesini , elhân (kurulan müzik cümleleri) ile de anlatabilmektir. Veyâ güfte ile bestenin insicâmı (uyumu) olarak ta‘rîf edilir. Aslında bu bir bestekârlık başarısı olmakla; icrâ edenin de yorumu ile kuvvetlenir, anlam kazanır.
merâkını ve azmini cân suyu ile besleyerek almış olduğu eğitim netîcesinde, Türk Müziğinin en doğru seslerini (perdelerini) basarak icrâ yapan bir ses san‛âtkârı olarak mûsıkî tarihine kaydolunmuştur. Bu vasfı ile eğitim kurumlarında ders olarak okutulmalı ve ses sistemi üzerine yapılan araştırmalarda örnek gösterilmelidir.
5-Sahne duruşu: Mûsıkî edebiyâtına, sesini kullanma ve eser yorumlama tekniklerine vâkıf; ayrıca çok yüksek bir müzik ahlâkına sâhip olma özellikleri, O’nun sâdece bakışları ve mimikleri ile; seyrederken dinleyenleri etkileyebilmesine yetmiştir. Bir de buna, Bekir Sıdkı icrâsı ile ma‘nâ prozodisinin hâkim olduğu müzik eklenince, san‘âtın kulak ile başlayan yolculuğu; önce insânın beynine (aklına) oradan da kalbine (gönlüne) ulaşmış ve kopardığı fırtınalarla birlikte hâfızasında kalmıştır. Bu sebeple müziğini abartılı hareketlerle desteklemeye ihtiyaç duymadan, sâdece zamân-zamân usûl vuran ve göğüs hizâsına çıkmayan el hareketleri ile, nârin-ince yapısına rağmen sahnede dev gibi görünmüştür.
...bir hâtıram:
1987 yılı bahar ayı; Tanbûrî Necdet Yaşar’ın Genel San‘ât Yönetmenliğini yaptığı Kültür Bakanlığına bağlı Türk Müziği Topluluğu’nun yeni başlayan çalışmalarından biri henüz bitmişti. Yıldız Sarayı Tiyatro Binâ‛sı’ndan, sarayın çıkış; cümle kapısına doğru yürüyorduk, yorgunduk. İstanbul’da yağmurun çiselediği serince bir akşam-üzeri idi.. Hoca’nın bel fıtığından kaynaklanan
rahatsızlığından dolayı ızdırâbı yüzünden okunuyordu. Koluma girdi ve biraz yorgunluğunu, biraz da acısını unutmak; belki de beni bir an hayrete düşürerek kendince eğlenmek için o güne kadar kendisinden hiç işitmediğim ve bu formda bir şarkıyı O’nun yorumundan duyma ihtimâlini hiçbir zamân düşünmediğim; ve fakat o günlerde çok popüler olan bir şarkıyı söylemeye başladı. Bilmem her kimin; bilmem hangi makâmdaki şarkısı idi ve güftesini de, kim bilir kim karalayıvermişti. Hocanın, şarkıya başlarkenki tavrı da zâten dinlemeye alıştığımız; bilindik üslûbu değildi.
Şarkıyı söylediği sürece sessiz; hayretle dinledim ve sonunda, Hoca ile beraber çok güldüm, gülerken de düşündüm. Ne için bestelendiğini, ne için okunup bir mevsimlik de olsa meşhûr olduğunu ve neye hizmet ettiğini hâlâ anlayamadığım müzik parçası değil de, Bekir Sıdkı Sezgin’in yorumunda güzel; ve o güne kadar duymadığım yeni bir şarkı dinliyordum.
Rahle-i tedrîsinden geçmek nasîb olmakla, nâ-mütenâhî hamd ediyorum. Azîz Üstâdıma hem fakîr; hem de Türk Mûsıkîsi medyûn-ı şükrândır.
Alaturkarecords; Kebikeç için güncellenen bu makâle daha önce yayımlanmıştır:
“Musikişinas” B.Ü. Türk Müziği Kulübü Yayımı, 7’nci sayı, S. 97-99, İstanbul - 2005
Bekir Sıdkı Sezgin'in kabir taşının resmi, Müfit Yalçınkaya'nın fotoğraf arşivinden alınmıştır